Gel gör ki, bu coğrafyada üretimin bir türlü istenen seviyeye ulaşması ne yazık ki bir türlü gerçekleşemiyor. Gerçekleşse bile üretici ile tüketici arasında alım ve satım arasında uçurum var. Bunun temel nedeni ise uygulanan ekonomik politikalardan geçiyor.
Bir tarım ve hayvancılık ülkesi olan Türkiye’de çiftçi kan ağlıyor. Tarladaki ürününü yok pahasına satmasına rağmen belini bir türlü düzeltemiyor. Dövize endeksli gübre fiyatlarındaki sürekli artışın yanı sıra bankalardan alınan kredilerle çarkı çevirmeye çalışan çiftçi, bu yetmezmiş gibi bir de tefecilere borçlanmaları karşısında belini bir türlü düzeltemiyor. Çiftçinin sadece bankalara olan borcu 700 milyar liraya ulaştı neredeyse. Birçok çiftçinin tarlası, traktörü ipotek altında.
Tarladan tüketiciye ulaşan üründen çiftçinin cebine neredeyse maliyetinin altında para, ya giriyor ya da girmiyor. Paranın büyük bölümü de daha önce para aldıkları kabzımalların alacakları olarak tahsil ediliyor. Banka faizlerinin neredeyse yüzde 80’lere varması çiftçinin yer yer tefecilere de borçlandıkları gerçeğinden yola çıkıldığında, çiftçinin yönünü ağlama duvarına çevirmesinden başka bir şey de gelmiyor elinden. Akdeniz ve Marmara bölgelerindeki domates, salatalık, biber, kavun, karpuz tarlalarda çürümek üzere. Maliyetini karşılamayan ürünlere bir de işçi ücretleri eklendiğinde içinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıya kalan çiftçi, ürününü toplamak yerine tarlada bırakmayı yeğliyor.
Metropollerdeki marketlerde mevsimi olmasına rağmen domatesin kilosunun halen 50 lira bandında olması her şeyi ortaya koyuyor. Diğer ürünler de bundan geri kalmıyor. Buradan çıkış yolları ise ne yazık ki görünmüyor. Çiftçi ile üretici arasındaki dengeyi korumak siyasal iktidarların görevi. Ama bankalar, tefeciler ve aracılar her daim ön plana çıkmaktan çekinmiyorlar.
Çiftçi sesini duyurmak için günlerdir traktörüyle protesto eyleminde bulunmasına rağmen yetkililerden bir çıkış yolu yönünde halen atılmış bir adım yok. Emek sarf ederek ürettiği ürünlerini yüreği yanarak sağa sola atan çiftçi bir çıkış yolu bulmanın ızdırabı içinde debelenip duruyor. Bunun böyle devam etmesi halinde önümüzde büyük ölçekli bir ‘’GIDA KRİZİ’’ kaçınılmaz olacak. Üretimimin olmadığı ülkelerde dışa bağımlılık arttıkça krizlerin de kaçınılmaz olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
Her dilimiz döndüğünde enflasyondan pahalılıktan dem vurup durmak alışkanlık haline gelmesine rağmen çözüme dair adım atmak neden bu kadar zor diye sormak lazım. Temel fiyat belirlenmesi ve kar oranları denetim altına alınmadıkça, tezgahtaki ürünün fahiş fiyatla tüketiciye satılması her zaman olacak. Tek çare üretici ile tüketici arasında aracılar olmadan köprü kurulmasından geçiyor.
Siyasal iktidar, Ziraat Odası’na kayıtlı çiftçiye ucuz mazot satmalı. Yerli gübre kullanımını arttırmaya yönelik adımlar atmayı ciddi ciddi düşünmelidir. İthal gübrede ise döviz kurunu sabitlemelidir. Bunun gerçekleşmesi demek, çiftçinin rahat nefes alması ve ürününün karşılığını alabilmesi demek.
Geçtiğimiz günlerde Karadeniz’e gittim. Fındığın üretim merkezi olan Giresun’da alım fiyatı 130 liradan belirlenmiş. Ancak fındık üreticisi toplama maliyetini de göz önünde bulundurduğunda işin içinden çıkamıyor. Bir işçinin günlük yevmiyesi bin 500, yemek de dahil edilince neredeyse iki bin lirayı buluyor. Yani topladığı fındık ile elde edeceği kar oranı arasında neredeyse baş başa geliyor. Üreticinin bir kısmı fındığını toplamadığı gibi, bazıları da bahçelerini adeta ormana terk etmiş.
Bir tarım ve hayvancılık ülkesi olan Türkiye’de ucuz ve kaliteli ürün elde etmenin tek yolu uygulanabilir politikaların acilen hayata geçirilmesinden geçiyor. Hayvancılığın merkezi olan Doğu ve Güneydoğu’da kapalı yaylalar ve meralar acilen köylülerin hizmetine sunulmalıdır. Kaliteli, ucuz et ve süt tüketimi de böylelikle tüketicinin hizmetine sunulmuş olur. Anlattıklarım ütopya değil. Birçok ülkede uygulanan politik gelişmeler.
İyi okumalar