Göz ucuma karıncalar toplanmış

“Kaçakçılık” tarifini yap deseler, zor iş, yapamam. İlk aklıma gelen bir Ahmet Kaya’nın "Kaçakçı Kurban" türküsü olur.

Abone Ol

Dönmesem de gülü verin

Le le kurban gülü verin

Mayın tarlasına düştüm

Kan kırmızı gülü verin

Neşeli bir türküyle İstanbul’un bin bir çiçeklerle güller, laleler, nergislerle dolu Emirgan parkında gezmeye benzemez, mayın tarlasına gezmek. Yolun ortasına gelene kadar fark edilmeyen bir tarla çeşididir. Ortasına geldiğini ilk fark eden sizseniz ayağınızın altında bir demir parçası hisseder bir ürperti geçirirsiniz. Ölmüşlerinize kavuşmanız an meselesidir. Helvanızı nasıl istersiniz, fıstıklımı olsun.  Eğer demir parçasına basan siz değilseniz mayın tarlasında kımıldamayın. Şansınız varsa bir köylü sizi fark eder, yoksa oracıkta halsiz kalıncaya kadar bostan korkuluğu olursunuz. Bu konuda espri yapmak bile tatsız.

Kaçakçılık sınır köylerinde bir ekmek kavgası, bazen gidilip de dönülmeyen bir yol. Babasız kalan çocukların mahzunlaşması, bir daha kadınlığını yaşamayacak Berivan’ın çaresiz bakışıdır. Bizim buralarda eve gelin gelen ya canlı ya da ölü çıkar. Belki de ölenin erkek kardeşine kuma gidecek kadının bahtsız bir yaşamın başlangıcıdır. Benim Siverekli eşimin de amcası yangında ölünce, evlendiğimde iki kaynanam olduğu söylenince şaşırmıştım.

Yılmaz Güney’in hapiste senaryosunu yazdığı “Yol” filminde Ömer (Sanatçı Necmettin Çobanoğlu) açık cezaevinden kaçakçılıkla geçinen ailesinin yanına gider. Yaşadığı sınır köyüdür.  Kaçakçılıkla geçinen aile ferdinden biri olan abisini emniyet güçleriyle girilen çatışmada hayatını kaybetmiştir. Jandarma Köye traktörün römorkunda teşhis için birkaç kaçakçıyı getirir. Komutan sorar; ”var mı tanıdığın” Köylüler hepsi suç ortağı sayılmamak için “ben tanımıyam” derler. Ömer donuk bir ifadeyle kardeşine son kez kısa bir süre bakar ve “ben de tanımıyam” der. Sahne biterken Kürtçe bir ağıt yükselir. Bu sahne kurgu değildir.  Anadolu topraklarında yüzlerce kez yaşanmıştır. Bu nedenle Ömer abisinin karısı ile töre nedeniyle evlenmek zorunda kalır. Abisinin eşi ile evlenen Ömer, ailesini geçindirmek zorunda kaldığı için abisinin yarıda bıraktığı kaçakçılığı izinden açık cezaevine geri dönmeyerek devam ettirmek zorundadır. 

Bekir Yıldız’ın “Kaçakçı Şahan” adlı eserinde ölümün soğuk yüzünü anlattığı paragrafı anımsayalım;

"Şahan'ın hayatı şimdi yokla var arasındaydı. Toprağa basan ayağında hayat, havada korkuyla titreyen öteki ayağında ise ölüme, yok olmaya hazırlanış vardı. Üç beş saniyelik duraklamadan sonra havadaki ayağını da toprağın karanlık suratına koydu. Bekledi. Şimdi iki ayağının altında ölüm yoktu. Sevinir gibi oldu. Fakat bu sevinci, inceden esen yel, hemencecik ötelere taşıdı sanki." Bu yalın gerçekle yüzleşmeden korkmayan kaç kişi vardır, merak ediyorum.

Kaçakçı Şahan'da Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Anadolu halkının sonu gelmez yoksulluğunu, ezilişini ve bunlara rağmen kaybetmediği umudunu anlatıyor. Ağalık ve feodalitenin bir özetidir aslında. Kadını yok sayan erkek egemen toplumlardaki kadın imgesine, ekmek parası uğruna yaşadığı yöreyi, ailesini terk edip sınırların dışındaki zorluklarla dolu yaşamı anlatır. Çorak toprakları ekip biçemeyen kırsal kesimin hayatta kalma mücadelesi, ibretlik yaşam kesitleri okuyanı başka bir dünyaya götürüyor.

 En iyi kaçakçılık tarifini Ahmed Arif’in “33 Kurşun” şiirinde buluruz.

“Pasaporta ısınmamış içimiz

Budur katlimize sebep suçumuz”

Dizelerinde yazdığı “kaçakçılar” hala içimizi sızlatır.

Ülkü Tamer’in şiirinden Zülfü Livaneli’nin bestelediği “Memik oğlan” adlı ağıt Gaziantep’in Mazmahor  köyünden Kilis’e oradan da Suriye Halep’e  kaçağa giden 14 yaşındaki çocuğu anlatır. Alnından vurulmuş oğlunun cansız bedenine sarılan bir annenin acısını anlatan ağıtını X-Zülfü Livaneli bestesiyle dinlemeden, o ana tanıklık etmeden çekilen acıları anlayamayız. Dilden dile dolaşan ağıtı şiirdeki Ülkü Tamer ölümsüz dizelerinde anlatır.

On dört yaşım diken ile kaplanmış

Göz ucuma karıncalar toplanmış

Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne

Alın yazım okur gibi saplanmış

Uyu Memik oğlan uyu

Öte gecelerde büyü…

Bu pazar günü sizleri biraz üzdüysem beni affedin. Bugün içimizi karartın diyenlere;  Biraz daha esprili bir paragrafla makaleyi bitirelim. Oysa “kaçakçı” denilip geçilemez. Kimine göre meslektir. 1969 senesinde Diyarbakır Alipaşa İlkokulu Müdürümüz Ayhan Gürhan eşliğinde gelen müfettiş sınıftaki çocuklara isminiz ve babanızın mesleği diye sorduğunda verilen cevaplar ilginçti. “Aşağı mehlede (Genelev) Paytoncu, Hevsel bahçasında Degirmanci, Salahanada pıçakçı (mezbahanede kasap), ben Terzi babam için “Yanık çarşida Kömür ütücüsü” dedim.  Bir arkadaşımız Müfettişin orta Anadolu şivesinde sorduğu “Baban ne iş yapiyo bakim? Sorusuna  “kaçakçiiiii?” diye cevap verince hepimiz gülüşmüştük. Şivemizden anlamayan Çankırılı Müfettişin müdüre dönüp doğru dürüst mesleği olan yok mu derken Müdür Ayhan Gürhan gülümsemişti. Çocuk babasının mesleğini benimsemişti. İsmini söylemeyeyim. Arkadaşımız büyüyünce Melikahmet  semtinde kaçak eşya lar satan Japon pazarında dükkan açtığını öğrenince, eve ilk kasetçalarımızı ondan alınca, babasının mesleğini bir level daha atladığını anlamıştık.