1968 lerde Diyarbakır’da çocuk olanlar bu ayırımı yaşamışlardır. ‘’Apartman çocugi, şeher çocugi’’ O yıllarda yeni gelişen Diyarbakır‘ın ofis semtinde ruhsuz yeni yetme apartmanlara taşınanlar, gelir düzeylerinin artması sonucu sınıf atlamakla gurur duyarlardı. Benim ailem o yıllarda ofisten ev alıp yerleşemedi. Bağlar semti isminden anlaşılacağı üzere üzüm bağları varken, son durak Kaynartepe idi. Dolmuşu bile olmayan Peyas köyüne traktörle gittiğimiz günlerdi. Kayapınar semtinin karpuzda vitamin olduğu günlerde bostan tarlaları vardı. Şehrin en elit semti Yenişehir modern binalarıyla cumhuriyetin ilk dönemlerinde inşa edilmişti. Ziya Gökalp Lisesi ve fakülte öğrencilerinin bisikletleriyle tur attığı günlerde Lise Caddesindeki lüks pastanelerde oturan gençlerin birbirleriyle bakışarak anlaşırlardı. Kırmızı başlıklı kız masalındaki elli yaşlarındaki kötü kalpli cadının photoshop yapıp Nicole Kidman’a benzediği, gençlerin ona övgü dolu sözler yazdığı sosyal medyanın henüz icat edilmediği mutlu günlerdi. Terzi Babamın ortağıHasan Dede ile Tango kadınlara (şivemizde sosyetik) şık döpiyesler diktiği bayan terzisi dükkânımız Lise caddesi İstanbul’un İstiklal Caddesi ile eşdeğerdi. Gündüz Diyarbakırspor başkanı Şeyhmus Akçadağ’ın işlettiği Yıldız havuzunda serinleyenler, karanlık çökünce annelerin evde kendi yaptıkları karpuz çekirdeklerini alıp, Ünal gazozu eşliğinde hayal âlemlerine dalıyordu. Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın “Vesikalı yarim” filmini izledikten sonra neşe içinde dönerken, hep birlikte “Kalbimi kıra kıra” şarkısını söylüyorlardı.
Görseldeki foto 1974 Yıldız havuzu değerli arkadaşlarım ortada emekli zabıta memuru Yusuf Arkanoğlu solunda boynunda kolye olan Nato Memet adıyla maruf Memet beg şu an İzmir'de yaşıyor.
Ofis semti daha yeni yeni çok katlı binalarla doluyordu. Ekincilerin yaptığı ilk lüks bina adı Beyazsaray apartmanıydı. (Şair Sırrı hanım sokakta yıkılıp yeniden yapıldı) Teyzemler Suriçi Dabanoglu mahallesinden oraya taşındığı zaman “Salonumuz marley döşemeli.” sözünün bazalt taşlı avluların sonunun geldiğini anlamayacak kadar küçüktüm. Sur içi ailelerinin Dut ağaçlı, ortadaki süs havuzuyla, kuyudan su çeken tulumbasıyla eyvanda geçen günleri özlediğinde iş işten geçmiş olacaktı. Sur içinde Aynalı minare meydanında çelik çomak oynarken, apartman çocuklarına duyduğum kıskançlık, şimdi bana mutluluk veriyor. Çünkü onlar hiçbir zaman Bazalt taşlı evlerde yaşamadılar, mehle fırınına gidip teştleriyle (bakır legen) sıra bekleyip o doğal ekmekten yiyemediler.
Boşuna mı söylendi o türküler;
‘’Murat gilin damından hoplayamadım,
Liralarım döküldü toplayamadım’’
O yıllarda toprak damlardan atladık, Boynu boncuklu taklacı güvercinleri uçurup, anamızın siniye serip kuruması için bıraktığı salçaya ekmek batırdık. Cips denen “Qzzulqurt”ların bakkala henüz gelmediği, şemsiyeli çikolataların, bisküvi arası şifalı lokumları 25 kuruş harçlıkla aldığımız, genç yaşta kansere yakalananların olmadığı sağlıklı günlerdi. Akşamları damdaki bez sitare ile çevrili tahtımızda Bastêq yani pestilin içine cevizi sarıp, yıldızlara bakarak uyuduk. Dört ayaklı minare diğer adıyla Şeyh Mutahhar cami, Surp Giragos kilisesi ve Keldani kilisesi bu civarında özellikle 1940-1980 ler de çocuk olanlar Diyarbekir’i farklı yaşadılar. Ermeniler ezan sesi duyulduğunda müziğin kesilmesi gerektiğini, Müslümanlar ise çan çaldığında ‘’Bu niye çali, inşallah hêrdir’’ diye merak etmeleri, Keldani kör Yusuf ‘’Bilisiz Demirci Haço ölmiş’’ sözüyle dil, din, ırk, toplumsal mevki gibi ayırıcı olgulara karşı çıktılar. Dükkânı kapatan esnafların, kahvelerden kalkan ahalinin Surp Giragos Havuşunda (avlusunda) hüzünlü bir bekleyişle başınız sağ olsun demeyi beklediği günlerdi.
İşte 1960 senelerinde bu kültürel harmanın içinde gözlerini dünyaya açan çocuklar. Halil İbrahim Peygamberin bereketi gelmiş meftuneli, Lebeni çorbalı, sumaklı dolmaların, Nuriye tatlısının olduğu Ramazan sofralarına Süryani komşularının da davet edilmesi gerektiğini öğrendiler. Paskalya bayramında Müslümanların kırmızı yumurta alıp fırıncı Tümes’le tokuşturunca, Kimsenin etnik kökene vurgu yapmamak için birbirlerine kirve demesini öğrendiler. Uzlaşı kültürünün aslında kardeşçe yaşamak olduğunu öğrendiler. Herhangi bir tarihi kapıyı çalınca küçedeki kadınların bir tas su vereceğini, arkasından başlarının okşanıp karnın aç mı diye sorunlunca, mahlepli karaçörek otlu bir çöreği yoksa bile domates salçası sürülmüş mehle ekmeği alınca, mahallemizin kocaman bir aile olduğunu öğrendiler.
Bu sokaklarda yaşayanlar “Mehle çocugi” olmanın, dostluğun pazara kadar değil, mezara kadar olduğunu öğrendiler. Akranı olmadıkları kendilerinden yaşça küçük çocuklar dalaşınca “Sen get dayın gelsin” diyerek merhameti ve adaleti öğrendiler. Evinde pişirecek yemeği olmayanlar kredi kartı limiti diye bir şey akıllarına gelmemişken, komşularının sonsuz limitlerini kullanıp, bir tas şehriyeli bulgur isteyip, Nazım’ın dizelerinde saklı olan “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” demeyi öğrendiler.
Özetle ben ne kadar çok şey yazsam da, hiçbir şey bilmediğimi büyük şair Pablo Neruda ve nice üstatların dizelerinden öğrendim.
Götürebilmek uğruna hayatımızı
Bu kadar sıradan olmasaydık
Ve bir an,
Hiç bir şey yapmasaydık
Belki dev bir sessizlik
Yarı da kesebilirdi
Kederini kendimizi hiç anlamayışımızın
Kendimizi ölümle korkutmanın,
Belki de toprak öğretecek
Bize ölü görünen her şeyin aslında canlı olduğunu.
Şimdi on ikiye kadar sayacağım sessiz olun,
Ben gideceğim.
Pablo Neruda (1904-1973) Şili
Görseller : NTV Diyarbakır muhabiri Nizamettin Kaplan
Emekli zabıta memuru Yusuf Arkanoğlu ve Remzi Ustaoğlu arşivi