Tarihten Günümüze “Anzele” (2)

Abone Ol

Anzele ve Balıklı Havuzu'nun isminin nerden geldiğinden kısaca söz edip, daha sonra ayrıntılara geçmek istiyorum.

Evliya Çelebi’nin Balıklı Göl diye söz ettiği ve Anzele suyunun isminin nereden geldiğine dair farklı görüşler vardır. Araştırmacı Şevket Beysanoğlu’na göre, anzele, iki bin yıl önce “Ayn-ı Zeura” olarak adlandırılan bir içme suyu kaynağıdır. 

Şevket Beysanoğlu’nun ifadesine göre, “2 bin yıl önce Ayn-ı Zeura isimli bir içme suyu kaynağı vardı. İsa’dan sonra 5. yüzyılda aynı isimle bu kaynağın yakınında bir kilise inşa edilir. Urfa Metropoliti Mar Şem’un 629 yılında, Antalya Patriği Mar Yuhannon ise 649 yılında ölür. Cenazeleri getirtilerek bu kilisede gömülür.“

Beysanoğlu, zamanla bu kilisenin yıkıldığını ve Ayn-ı Zeura isminin “Ayn-i Zülal”e çevrildiğini anlatır. Ayn-ı Zülal, Arapça’da “berrak su” anlamına gelmektedir.

Halil Ötük’e göre ise bu su kaynağını Süryanilerin “Ayinzer” olarak adlandırdığını ve anzele’nin bu ismin zamanla değişmesinden kaynaklandığını söyler. 

Süryanice’de “Ayin” pınar, demek “Zer” ise, Süryani bir din adamı olan Aziz Zioro’nun adına nispet edilmiş bir kelime olduğunu söyler. Son tahlilde Diyarbakır halkı bu  yere anzele ve Balıklı Havuzu demektedirler.

Yine bu bölgede yani anzele gözesinin civarında Balıklı Havuzu Mescidi ve Balıklı Havuzu Medresesi’nin olduğu ile ilgili yazılı kaynaklarda şöyle yazar:

“Balıklı Havuzu Mescidi -Medresesi: Rûm Kapı (Urfa Kapı) semtinde, Hanzâde Mahallesi sonunda, Ayn Zeliha denilen mevkideydi. Balıklı Mescidi Akkoyunlu eseri sayılmakla birlikte buradaki medresenin Osmanlı dönemine ait olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1796-97 tarihli bir vakfiyede söz konusu mescidin avlusunda Hacı Yasin adlı birinin beş hücreden oluşan bir medrese yaptırdığı ve medreseye müderris tayin edildiği kaydedilmektedir. 

Balıklı Mescidi XIX. yy. sonuna kadar ibadete açık iken, medresesinin XX. yy. başına kadar faaliyetine devam ettiği belirtilmektedir.

Ayn Zeliha’nin, yani anzele ve Balıklı Havuzu'nun hikâyesini en iyi anlatan Evliya Çelebi’dir. 

Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nin Diyarbakır’la ilgili bölümündeki sözlerini günümüz Türkçesi’ne aktardığımızda ortaya şunlar çıkıyor:

“Balıklı, şehirde önemli bir kaynaktır. Eski bir havuza akıp içinde binlerce çeşit balık bulunur. Ama kimsecikler de bu balıkları avlamaya cesaret edemezler. Yeltenen birkaç kişi felç olup ağızları ve burunları eğilmiştir.

Diğer bir efsaneye göre de, Bağdat Fatihi Sultan Murad Han (1623-1640), Bağdat’ı fethedip (1638) bir dolu insanın başını ateşle tıraş ettiğinde bu balıklar kendiliğinden yaralanıp Balıklı Havuzu kan deryasına dönmüştür. Hatta Bağdat’ı fethinden sonra Murad Han Diyarbekir’e gelip Şeyh Aziz Mahmud Urmevi’yi idam edince Balıklı Havuzu kan ile dolmuştur. Bizzat Murad Han bu Balıklı Havuzu'ndaki kanı görüp şeyhi öldürdüğüne pişman olunca, havuzun içinden dört adet iri balığı tutturup solungaçlarına altın ve gümüş küpeler geçirip azat ettirmiştir. 

İşte bu Balıklı ve Anzele Suyu 'ab-ı hayat' bir sudur. Birçok insan bu suda yıkanıp humma ve cüzzam gibi hastalıklarından, kırk gün yıkanarak kurtulmuşlardır. İşte bu su böyle bir sudur. Ve bu suyun bir ayağı Ali Paşa Camisi’ne, oradan da Mardin Kapı’daki hamama gider.''

Anzele gözesinin yani suyunun üstü açıktı ve çakıllı bir yoldan akar giderdi. Balıklı Havuzu ise kapalı bir mekan içinde hafif dikdörtgen şeklinde orta büyüklükte bir havuzdu. Havuzun arka bölümünde bir de çeşme vardı, susayanlar oradan su içerdi. Çeşmenin hemen yan tarafında alçak olan kapısından eğilerek girilen ve eni yaklaşık bir metre, derinliği de bir, bir buçuk metre arasında olan kuyu gibi bir yer vardı. Dört bir etrafı kapalı ve pencereleri olmadığı için de karanlıktı. Genelde büyükler havuzda yüzdükten sonra oraya gidip gusül abdestini aldıkları yer olarak bilinirdi. İçinde balıklar da vardı ve çocuk denecek yaşta olanlar orada yüzmekten korkardı. Girmezlerdi. Zaten bırakmazlardı.

Diyarbakırlı bazı aileler yaz günlerinde, kadın işçi tutarak anzele gözesine yatak, yorgan, yastık yünlerini gönderir yıkatır ve taşlar üstüne sererek akşama kadar kuruturlardı. Evde hazırladıkları yemeklerini burada yerken, ufak tefek çamaşırlarını da yıkar böylece işi pikniğe dönüştürenler de olurdu. 

Bu arada çocukların kaçamak yapıp suya, havuza girerek, oynarlardı. Sıcak yaz günlerinde bu bir yerde kaçınılmaz tek eğlenceleriydi çocukların. Ama başkaları hangi duygularla anzeleyi düşlerse düşlesin. Azda olsa  kent kültürü ile İlgilenenler, neredeyse elli yıllık bir siyah-beyaz fotoğraftan surların dibinde dere yatağı içinde çamaşır yıkayan kadınları anımsar, Ama ben gerçek anzeleyi anımsamakta yine de ısrar etmeli diye düşünüyorum. 

Anzele’nin akıp giden suyunun önünde sadece annelerimiz yün kilim ve halı yıkıyorlardı, keçeciler de ayda bir gelir orada yün ve keçelere sardıkları  peştemallerini sıkarlardı. 

Faytonlar da belli saatlerde anzele başına gelir taksileri yıkar gibi faytonlarını yıkatarak temizlerlerdi. Ayrıca Askeri tankerler buraya gelir su doldurarak giderlerdi. Bunu içme suyu olarak da kullanırlardı.
Devam Edecek