Hamas ile İsrail’in başlattıkları savaşın faturası her geçen gün artarak devam ediyor. Bu savaşın bir anda değil, uzun yıllara yayılan politik manevraları bölgede her daim güncelliğini koruyan konuların ana temasını oluşturmaktadır.
Uzun bir süreden beri Gazze bölgesinin yönetimini elinde bulunduran Hamas, son dönemlerde İsrail’in başta Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere irili ufaklı Arap dünyasıyla ilişkilerini geliştirme yolundaki ataklarından rahatsızlık duyduğu bilinen bir gerçek. Stratejik derinlikleri iyi hesaplanmamış bir savaşın sekteye uğraması kadar gerçekçi bir yaklaşım olamaz. Hamas’ın bu ani atağı, bölgedeki dengeleri yeniden masaya yatırmakla kalmadı, aynı zamanda da ‘’İsrail istedi bir göz Allah verdi iki göz’’ misali eline geçirdiği fırsatı düşük yoğunluklu savaşla kendi lehine çevirmekten geri kalmıyor. Toprak yüz ölçümü hayli kısıtlı olan İsrail’in Gazze’nin kuzeyinde alabildiği kadar toprak parçasını ilhak ederek kendi topraklarına katma hevesi 1950 ‘li yıllardan itibaren sürdürülen politik manevraların başında geliyor.
Bölgenin her karış toprağı adeta lanetlenmiş topraklar misali, hep savaş halinden kendini bir türlü barış içinde özgür yaşamayı başaramayan birer topluluk halinde kala kaldı. Özellikle Arap Baharı, birçok dengeleri değiştirir umuduyla gördüğü destek de istenen sonucu vermedi, veremedi. Burada ana aktör olarak gözden kaçmaması gereken unsur İran denklemi. Hizbullah ve Hamasın bu ülkenin güdümü üzerinden sürdürdüğü Vekalet Savaşları umarım başka bölgelere sıçramaz da Çin ve Rusya’nın atakları ortaya çıkmaz.
Bu arada, hiçbir devlet İran ile direkt savaşa girmeyi göze alamaz. İran’ın Uranyum zenginleştirmede neredeyse dünyanın en güçlü ülkesi konumunda olduğu unutulmamalıdır. Zaten görünen köy kılavuz istemez derler ya, aynen bunun gibi. İran’ın temel politikası İsrail’in bölgede güçlü bir devlet olmasını istememesinden kaynaklanıyor. Bunu da vekalet savaşlarıyla hep gündemde tutmaktan kaçınmıyor.
Savaşın uzun sürmemesi adına başta Arap ülkeleri olmak üzere birçok devletin Kahire’de toplanması ve daha çok can, mal ve toprak kaybetmenin önüne geçmesi nedeniyle barış sürecini başlatması anlamlı bir atak. İnşallah toplantıdan çıkan sonuç olumlu adımların vesilesi olur da, yerinden yurdundan edilen yüzbinlere varan insan akını da son bulur.
Burada büyük bir sorumluluk da Birleşmiş Milletler ’in atacağı adımlara bağlı. Ancak, bu konularda pek çok kez sınıfta kalan BM’den olumlu ve barışa evrilen stratejiler beklemek de beyhude gibi.
Peki Türkiye bu süreçte ne yaptı ne yapmalı? Savaşın ilk gününden itibaren temkinli açıklamalarda bulunan Türkiye, bölgenin stratejik konumunu çok iyi bildiği gerçeğinden yola çıkarak, savaşın bir an önce son bulmasına yönelik attığı adımları sürdürmeyi devam ediyor. Ancak bu duruşun son zamanlarda İsrail’in orantısız güç kullanarak savaşı en üst seviyeye çıkarma eğilimini şiddetle kınayan adımları da yerinde bir politik manevrayı içerir.
Türkiye arabuluculuk konusundaki samimi duruşunu hayata geçirmek için attığı ve atacağı adımları daha güçlü bir sesle sürdürmesi kaçınılmaz olarak karşımızda duruyor.
Bu topraklarda vekalet savaşları son bulmalı, kan gözyaşı ve ölümler başkalarının politik alanlarından kurtarılmalı. Halkların özgür iradesine saygı duyulmalı. Bunun aksi, savaş tamtamlarından haz alan aktörler hep sahnedeki yerini almaktan kendilerini alıkoymayacak.