Hadi gidin o tarafa’ Silah sesi değildir o. Millet belki havaya ateş ediyor. Ayıptır! Siz erkeksiniz. Cesur olun!” Yine erkekliğin gururu devreye giriyor. Mermi yiyecek kadar cesur durduk. Biz korkmayız dedik. Korkmamalıyız dedik. Bu defa kararlı bir ses tonuyla korkusuz olduğumuzu belirttik. “Ha şöylee, cesur olun azıcık. Bugün size ne yemek yapayım?” diye sordu. Hep bir ağızdan “DOLMAA” diye bağırdık. “Ere quro, ere. Size dolma da yapayım” dedi. Sanki üç günlük ömür biçmişler de “dolma da yapayım öyle öleyim” der gibi…
Sonra mutfaktan erzaklar getirilip sobanın önüne serildi. Başladılar dolma sarmaya. Biz de yanlarında kalıp izledik. Sokağa çıkmamız yasaktı. “E hani çıkacaktık” dedik. “Yok oğlum, dolma yiyeceğiz.” Oldum olası dolma deyince yasaklar geliyor aklıma. “Siz sokağa çıkmayı unutun.”
Bulunduğumuz odanın hemen karşısında cami vardı. Caminin kubbesinin üzerinde de leylek yuvası vardı ama üzerinde leylek yoktu. Bir anda bir leylek geniş kanatlarını açarak yuvaya kondu. “LEYLEK” diye bağırdım. İlk müjdeyi ben vermiştim. Çok mutluydum. Yuvasındayken gagasından “lak lak lak” diye sesler çıkarıyordu. Televizyon izler gibi onu izlemeye başladık. Bir süre sonra kanatlarını açıp yerinde zıplamaya başladı. Ve sonra uçtu. Gittiğine çok üzülmüştüm. “Walla çu (Vallahi Gitti)” dedim. Uzunca bir süre onu bekledim. Teyzem “Merak etme gelir, yemek bulmaya gitmiştir” dedi. Yemek deyince gözüm dolmaya ilişti. Keşke leyleğe dolma götürseydik de gitmeseydi yemek aramaya. Biz ona bakardık. “Merak etmeyin, geri gelecektir” diye tekrarladı teyzem. Tahmini doğruydu. Leylek geri geldi. Gagasıyla bize selam verir gibi yuvasından sesler çıkarıyordu.
Gece duyduğum silah sesleri kulaklarımda yankılanıyordu. Leylek, üzerindeki tozu silkelercesine kanatlarını açtı.
Bahar güneşi tatlı tatlı odanın ortasına vuruyordu. Soba çok yuttuğu odunları giderek azaltmaya başlamıştı. Akşam olmasını hiç istemiyordum. Faili belli olmayan acılar vardı sokak başlarında. Silahlar hep acılar yaşatmıştı çocukluğuma. Kadınlar hep konuşurken gizli gizli dinliyordum onları. Bunun kocası, şunun neyi öldürülmüş diye. Benim babamdan da söz ediyorlardı. Biri, birini yakıyordu ama kimse kimin kimi yaktığını bilmiyordu.
Gece olmasın istiyordum. Ya kapıyı biri tıklayacak ya da telefon çalacak, kötü bir haber alacakmışız gibi geliyordu. Oysa kimsem yoktu. Annem ölmüş babam da öldürülmüştü. Teyzemden başka kimsem yoktu.
Dolmalar sarılırken sobanın üzerindeki güğüm kaynamaya başladı. Teyzem mavi emaye demliği alıp çay demlemeye koyuldu. Bardaklar peş peşe konuldu. Çaylar yudum yudum içildi.
Leylekler lak lak diye sesler çıkarınca teyzeme dönerek “keşke bizim de kanatlarımız olsaydı” dedim. Neden diye sordu. “Buradan giderdik” dedim. Teyzem “yerimiz güzel” dedi ama ben bir gün bu tarifsiz acıları yaşadığım coğrafyadan gideceğimi biliyordum. Burada kalırsam ya annem gibi hastalıktan ölecek ya da babam gibi kan davasından dolayı öldürülecektim.
Birkaç gece durdu silahlar, kesildi sesleri. Sonra bir anda dibimizde duymaya başladık. Teyzem hemen bizi oturduğumuz binanın merdiven boşluğuna götürdü. Camın kenarından mermiler uçuşuyordu sanki. Yorgan da duvarlar da koruyamazdı bizi artık. Teyzem kuzenimle benim elimi sıkıca tutup merdivene doğru sürüklercesine çekti. Minik ellerim teyzemin avuçları arasında, bir mengeneye sıkışmış tahta parçası gibi sımsıkı duruyordu. Ama o an etrafımızdaki olaylardan dolayı elimde hiçbir acı hissetmiyordum. Bir süre öylece merdivende kaldık. Silah seslerinin ardından acı bir çığlık sesi duyduk. Biri öldürülmüş müydü acaba? Bunu şimşek mi yapmıştı yoksa? Gurgur Baba ne diyor bu işe? Herkes birbirine bakıyordu. Neyse ki silah sesleri sustu. Odaya geçtik. Camdan dışarı bakıyorduk. Sanki Gurgur Baba bizi de incitecekmiş gibi uzak duruyorduk pencerelerden…
Gün ağarmaya başladı. Leylek gitmemiş bizi bekliyordu. Lak lak diye çığlıklar atıp ben de buradayım dercesine bize teselli veriyordu. Camdan dışarı bakıp “aptal leylek, neden hala buradasın?” diye mırıldandım. Leyleğin imkânı olmasına rağmen hala neden gitmiyordu? Leylek olmak isterdim. Uzaklara, ta uzaklara gitmek isterdim.
Leylekler giderek artmaya başladı. Yuvadan daha şen şakrak sesler geliyordu artık. Bizi terk etmeyen bu leylekler aile olmuştu. Bir süre geçtikten sonra yavruları oldu. Çok mutlu olduk. Ara ara yavruları başını kaldırıyor, anne veya baba leylek sırayla yavrunun ağzına gagalarıyla getirdikleri besinleri veriyordu. Her defasında da büyülenmişçesine uzun uzun seyrediyordum onları. Baba leylek yavrunun üzerinde onu sıcak tutmaya çalışırken anne leylek ortalıkta yoktu. Teyzemin dediği gibi yemek aramaya gitmiştir diye düşündüm ve gelmesini bekledim. Çok geçmeden anne leylek yuvaya doğru rüzgarda uçuşan bir yaprak misali özgürce süzülerek uzaklardan göründü. Yükseklerden yuvasına doğru alçalmışken elektrik tellerine takıldı. Pat diye ses duyuldu. Ardından ateş topu gibi parlayarak yere çakıldı. Ve o an koşarak kapıya doğru gittim. Kapıyı açıp bir anda evden kaçtım. Leyleğin olduğu yere doğru çılgınca koşmaya başladım. Basamakları onu kurtaracağım düşüncesi ile üçer beşer adımlarla hızla inmeye başladım. Teyzem arkamdan seslenmesine rağmen onu hiç duymuyordum. Nihayet aşağıya yetiştiğimde anne leyleği berber dükkanının önünde hareketsiz yatarken buldum. Kanatlarından duman çıkıyordu. Berber kolonya döktü. Belki ayılır da kanatlarını çırpar diye… Ama zavallı leyleğin bedeni o kadar yüksek elektriği kaldıramamış ve oracıkta ölmüştü. Geriye ne mi kalmıştı? Kederli bir baba leylek ve bir daha asla annelerini göremeyecek olan yavrusu. Tıpkı benim gibi… (Bitti)