Günlerce, haftalarca şimşekler çakardı çocukluğumun geçtiği sokakta. Öylesine seri halde çakardı ki pencereden içeri girmesi an meselesiydi. Yorgan korur mu anne?
Gökyüzünde hiç aydınlanma olmazdı. Seri halde çakardı üst üste. Kimi zaman “rak rak” diye, kimi zamansa “boom” diye ses gelirdi. Tek tük sesler çıkardı çoğalan karanlıklar içerisinden. Seslerin, silah sesi olduğuna inancımız tam olmasına rağmen, teyzemi silah sesi olduğuna inandıramazdık. Şimşek sesi der, sakinleştirirdi bizi. Yoğun patlamaların adı “şimşek” veya “Gurgur Baba” ydı. 24 saat aralıksız şimşek çakmasına rağmen yağmur yağmazdı. Bu şimşekler bulutsuz şimşeklerdi. Belki de birilerini içli içli ağlatan yağmurlardı.
Sadece Mikail’in komutuyla ''Gurgur Baba'' tarafından gecemize ses verildiğine inandırılmıştık. Gece sabaha kadar köpek sesleri yoğun bir şekilde duyulurdu korkulu karanlıklardan. Gözümüzü yumarken, gözlerimizin önünde sağa sola ateş eden eli silahlı bilmediğimiz insanlar gecenin karanlığına ses verirlerdi. Bu sadece hayaldi. Çünkü “Gurgur Baba” teyzemin de dediği gibi şimşek ve köpeklerin sesiydi. Aklımızdan çıkarmamamız gerekliydi. Öyle alışmalıydık yaşamaya belki de.
Hava karardı mı yer döşekleri serilmeye başlardı. Sobanın olmadığı odadan yorganlar getirilirdi, sobanın hemen önüne bırakılır ve bir süre ısıtılırdı. Çünkü evin geri kalanının olduğu gibi onlar da soğuktan kaskatı kesilmiş bir cesedi andırıyordu. Ardından biz kilerden odun çekerdik. Odunu da hep çok atmak isterdik. Sesi çok güzel olur diye. E tabi fırça yerdik. Sonra evde kimse yokmuş imajı vermek için ışıklar kapatılırdı erkenden. Yorgan altında sohbet etmeye başlardık sessiz sessiz…
Yine böyle bir geceydi. Köpek sesleri giderek artmaya başlamıştı. Köpekler bu defa acı acı uluyarak karanlığa çığlık atıyordu. Yağmur yok, şimşekler ışıksız “rak rak” diye ses veriyordu geceye. Yorganın altında gözlerim pencereye takılıyor, yağmur yağsın artık istiyordum. Ama yağmur yoktu. Yağmurlar yerine kurşunlar yağıyordu geceye. Her an serseri bir merminin, odanın camını delecek korkusu ensemizde. Yorgan bizi korur muydu? Kalkan olur muydu?
Silah sesleri gece boyunca devam etti. Yorgan altında kıpırdaman sabaha dek bekledik. Gün ağarmaya başladığı sırada, bir anda patlamayla irkildik. Mayışmış gözlerimiz bir anda fal taşı gibi açıldı ve birbirimize baktık. Neyse ki bir şey yoktu. Kimseye bir şey olmamıştı. Ben gülmeye başladım. Teyzem “korktunuz mu?” diye sordu. Hayır tabii ki de! Erkekler korkmazdı, çünkü! Kadınlar korkmamamız gerektiğini söylüyorlardı. Hem neden korkalım ki? Erkekliğin verdiği o “gurur”la korksak da korktuğumuzu söyleyemezdik. Kuzenimle birbirimize bakıp gülüştük. “Korkmayın” dedi teyzem. “Gurgur Baba’dır o. Bir yere çarpmış, geçip gitmiştir. Patlamanın sesi de odur zaten” dedi teyzem.
Cama bakıyorum. Yağmur yine yoktu. Benim çocukluğum Kemal Sunal’ın “Süt Kardeşler” filmine kısmen de olsa benziyordu. Filmde evlerine musallat olan Gulyabani’ nin çıkardığı sesler için ev ahalisi kendilerini kandırarak korkularını yenmeye çalışırlardı. İşte Gulyabani gibi bizim de bir ''Gurgur Baba'’mız vardı. Dışarıdan gelen her şiddetli seste teyzem bize hep aynı şeyi söylerdi. “Gurgur Baba’dır o.” Teyzem için ''Gurgur Baba'' silah seslerinin gizli ismiydi sanki. Her silah ya da patlama sesi duyduğumuzda gözlerindeki korkuyu saklayarak tüm sıcaklığıyla bizlere bunun sadece ''Gurgur Baba'' olduğunu söylerdi. Bizim de korkmamamız için. Biz bu seslerin silah sesleri olduğunu bildiğimiz halde teyzemi inandırmazdık. Belki de onu mutlu etmek için ''Gurgur Baba’'dır deyip kendimizi kandırırdık.
Erkeklerin birçoğu o zamanlarda Batı illerine süresiz gitmişlerdi. Her evde sadece kadın ve çocuklar vardı. Çaresizlik teyzemi çok güçlendirmişti. Silah, ölüm ve korku laflarını sevmiyordu. Biz ağzımızı açar açmaz “De hayd weda“…