Bir Afrika ve Ortadoğu geleneği olan askeri darbeler, yok olduğu iddia edilen ülke düzenini rayına oturtma savlarıyla yönetime el konulur. Postal seslerinin ülkenin kâbusu haline gelmesiyle, can yakmalar da seriliğini sürdürür. Şiddetli baskı, yok etme, gözaltılar, işkenceler, askeri darbelerin temel ilkesi sayılır.

12 Eylül askeri darbesinin üzerinden tam 43 yıl geçti. Hafızalar yitmedi, her şey ulu orta. Gözaltılar birer işkence haneye dönüştü. Genç, yaşlı, kadın, erkek ayrımı yapılmadan adeta insanlara zulmün pik noktası yaşatıldı. Askeri araçlar sokak aralarında adeta insan avına çıkmış, suçlu suçsuz olduğuna bakılmaksızın toplanma alanlarına seferler yapmakta yarışır haldeydi.

Metropollerde durum vahimdi. Anne babalar gözaltına alınan çocuklarını arayamaz haldeydi. Arayanlar da ayni muameleyle karşılaşarak gözaltına alınmaktan kendilerini alıkoyamıyorlardı. Ülkenin üstüne adeta kıyım makinaları hakım olmuştu. Gencecik üniversite öğrencileri, işçiler, siyasetçiler, demokrat ve aydınlar bundan en çok nasibini alan kesimlerin başında geliyorlardı.

Hele insanoğlunun hafızasının derinliklerinde yer edinmiş, unutulması kolay kolay silinemeyecek bir yer olan Diyarbakır Cezaevi’nden gelen feryat seslerini anlatmak utanılan anlardı. İnsanları köpek kulübelerine sokan, lağım çukurlarında banyo yaptıran, b.k yediren, işkenceyle akan oluk oluk kanlar…bu insanlar güya Komünisti, vatan hainiydi, anarşistti. Bu durum günlerce, haftalarca, aylarca hatta yıllarca sürdü.

Çocuklarını, eşlerini, kardeşlerini ziyarete gelen ancak Türkçe bilmediği için anadili Kürtçe olan insanların çeşitli tacizlerle karşı karşıya kalmalarının ızdırapları ise çekilir gibi değildi.

Düşünün ülkenin huzurunu tesis etmek gayesiyle yapılan darbede, 650 bin kişi gözaltına alınıyor. 1 Milyon 683 bin kişi fişleniyor. Açılan dava sayısı 210 bin. 517 idam fermanı verilmiş. Bunlardan 50’si darağaçlarında yaşama veda etmişti. 171 kişi işkenceden genç yaşlarında, annelerinden, babalarından, sevgililerinden ve sevdiklerinden koparılmıştı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl ceza istenmişti.

Ülke tam bir işkence haneye dönmüştü. Kimse kimseye yaklaşamıyor, konuşamıyor, zulüm postalları altında inim inim kıvranıp duruyordu. Bu insanların suçları neydi? Sadece Bağımsız Türkiye, Katil Oligarşi, Kahrolsun Faşizm sloganlarıyla kitleleri duyarlı hale getirmekti. Sendikacılar işçilerin alın terlerinin karşılığını almak adına patronlara sesleniyor, meydanlara çıkıyorlardı. Üniversite öğrencileri, toplumsal sorumluluklarının gereği olarak özerk üniversiteler istiyorlardı. Ama olur mu canım, bunların alayı bölücü, komünistlerdi.

Bütün bu gelişmeler karşısında 5 general artık yeter demeli, ülkeyi düzlüğe çıkarmalıydı. Düğmeye basılmalı, bütün darbe aygıtları devreye sokulmalıydı. Nihayet istenen ortam filizlenmiş, 12 Eylül günü ordu yönetime el koymuştu. Ne olduysa ondan sonra peş peşe gelmeye başlamıştı. Bu akımlar yok edilmeli, sürülmeli, işkencelerde can vermeliydiler. Ülke bu insanlardan kurtulmalı, patronlar daha zengin, öğrenciler lümpenleşmeliydiler. Sendikalar sarıya boyanmalıydı, işçiler ses çıkarmamalıydı.

Postal kıyımı yıllarca sürdü, düzlüğe çıkarmalı dedikleri ülkeyi karanlığın ta dibine itmişlerdi. Aradan geçen 43 yılda bir türlü yolunu bulamayan ülke yapılan kötülüğün prangalarını bir türlü kıramadı.