Gece saat 03:00 henüz şafak sökmemişti. 1978 yılının kış aylarıydı. Demir otel’in önünde üzeri çamurla kaplı beyaz Renault 12T otomobil sert bir fren yapıp durdu. Uzun bir yoldan geldiği belliydi. Sadece ön camları gözüküyordu. Birkaç gündür tıraş olmadığı belli olan esmer, kilolu bir adam içeri girdi. Gelir gelmez yüzüne sardığı beyaz atkıyı çıkarıp girişteki bekleme koltuğuna yığıldı. “Boş bir oda ve bir duble çay, lütfen.”

Ben resepsiyonda gece vardiyasındayım. “Hoş geldiniz, dedikten sonra her zaman yaptığım esprili sözcüğü tekrarladım. ”Size bir iyi birde kötü haberim var, iyi haber çayımız yeni demlendi. Kaçak ve birinci kalitedir. Kötü haber ise Otel full dolu, yaz olsa teras da somya açardım. Bizim Diyarbakır soğuğunda bizim teras Fakültenin morgundan daha soğuktur. “ Adamın espriye gülecek hali yoktu. “Rezervasyonlu boş oda ya da başka çare yok mu?” Yardımcı olmak için başta karşı sokaktaki Saruhan Oteli (Sonradan Cantürk Otel oldu) Turistik Oteli, Aslan Palas’ı arıyorum hepsi dolu. Belli ki daha önce bizde konaklamış.  “ Otelin eski müşterisiyim O zaman lobide birkaç saat kestireyim sabah ilk boşalan odayı bana ayır.” Efendim imkânsız lobide sabah erken kahvaltı veriyoruz. Otel Müdürümüz Felemez Cantürk yasakladı. Hem sizi tanımıyorum neden bağırarak konuşuyorsunuz. ”

 

Adam sesini daha da yükseltip, Farz edin ki sokakta kalmış bir yabancıyım, neden böyle davranıyorsunuz.” Evet sabrımı zorluyordu, yinede metanetimi korumaya çalışıyorum, esprili bir dille hayır diyorum. ”Resepsiyondan çıkıp ona yaklaştım. Ona iyice yaklaşarak sertçe bakarak kısık bir sesle Kovboy filmlerinin bilinen repliğini söyledim. “ Biz bu kasabada yabancıları sevmeyiz.” Birkaç dakikalık sessizlikten sonra yerinden kalktı. Arabada uyuyorum, oda boşalırsa beni kaldır. Tam kapıdan çıkarken biraz pişmanlık duydum. Soğuk arabada uyuyacak olması beni irite ediyor. Santralci beni uyarıyor ; “Sabah beşte uyandırma yazmış bir oda var.” Durun diyorum adama “Kahvaltı servisi yedide başlıyor demek ki müşteriler kahvaltı etmeden yola çıkacaklar. İki saat sonra odanızı hemen temizletirim.” Gözleri ışıldıyor. Bir kovboy filminden Kızılderili sözü söyledi; “O zaman savaş baltalarımızı gömüp, barış çubuklarımızı içelim veya  yiyelim” Otomobilinden Midyat’ın meşhur şeker sucuğunu getirip ikram etti. Yaklaşık bir saat bekleme koltuğunda uyudu, gözünü açıp etrafa bakınca; “Açsanız oda servisinden bir peynirli omlet yaptırayım.” Omlet istemiyordu, belli ki Diyarbakır’ı iyi biliyor. “24 saat açık Sino’nun lokantasından bize paça çorbası söyle. Ama bir şartla hesaplar benden.”

Mesleğiniz ne diye sorunca cebinden sarı basın kartı çıkarıp gururla gösterdi, “Adım Kamil Başaran Hürriyet Gazetesinde gazeteciyim. En iyi dostluklar kavgayla başlarmış, ama senin mizahi dilini sevdim.” Mardin’de İki aşiret arasında olan kan davasının barış yemeğiyle bitmesini haber yaptığını, oradan zorlu bir yolculukla döndüğünü anlattı. (Eski Mardin yolu) Dayrulzafaran manastırında ve Mardin’in Zinciriye medresesinde çektiği fotoğrafları gösterdi. Gerçekten çok güzel profesyonelce çekilmişti.

Kamil Başaran, O dönemin Gameda bayi Hakkı Tanaman’ı Doşo lakabıyla bilinen gazete bayi Yakup Baloğlu’nu sonradan Adana Cumhuriyet gazetesi temsilcisi olan Mehmet Mercan ile dosttu. Birkaç kez daha Otelde konuğumuz olmuştu. Sonra arkadaş olduk. Birkaç defa birlikte Diyarbakır tarihi surlarındaki gizli geçitleri, dehlizleri gezdik. Fotoğraflarını çekti, buraları bilmiyordum dedi.  Direkhanelerın orada Keçi burcunun altındaki kapanan Mardinkapı polis karakoluna gittik. Girilmesi yasak olan, Yaşıtlarımın da bildiği Polislerin yakalanan hırsızlara falaka atıldığı mağara gibi yeri izin alarak arkadaki özel bölümü gezdik. (Keçi burcu altı restore edilmeden önceki alt kısım.) En iyi örüklü peynir nerede olur diye sorunca onunla Kerejdag Güvercinlik köyüne gittik. Dönüşte uçağa binerken Siverek’ten akrabalardan küncili Bastêq (şivemizde susamlı pestil) uğurladım. Her geldiğinde Dağkapı’da Sino’nun terasında sabahlara kadar olan sohbetimizde “sen öğrencisin elini cebine atma.” dedi. Hesapları o ödedi. Bir defasında İstanbul’da gazetede ziyaret ettim. Kumkapı’ya balık lokantasına götürdü. Yalnız bir defa bana darıldı. Diyarbakır Ergani yolunda soygun olmuştu. Bir kaç kriminal suçlu yol kesip geçen araçları soymuştu. Ben otele yoldan gelen yolculardan öğrendiğim halde “Sabaha karşıda olsa beni niye uyandırmadın. Gazetecinin öncelikli vazifesi haberi ilk veren olmaktır.” Böylece gazeteciliğin ilk refleksinin yani kuralını ondan duydum.

7 Kasım 1989’da Hürriyet gazetesinde bir haber okuyunca, elim ayağım titredi. Hürriyet çıkarttığı “Gazete Gazetesi'nde” Kamil Başaran yönettiği Hızır Servis köşesinde, gazetecilere küfür ettiği için eleştirdiği lokantacı Hakkı Morgül'ün gazete binasında masası başında silahlı saldırıya uğradı. Aynı yıl öldürülen Sami Başaran gibi gazete gazetesine bağlı olarak çalışıyordu. Çalışanlar ölüm ilanında” Başaran'ın eşi Mine Başaran’a baş sağlığı dileriz.”diyordu

Gazeteci Orhan Can bu gazete için yaptığı açıklamadan alıntı yapalım. Bir zamanlar Hürriyet Gazetesi tarafından çıkartılan ve tirajı gittikçe yükselen bir gazete haline gelmiş Gazete Gazetesi Basının amiral gemisi olan Hürriyet Gazetesi’nden “tiraj çalınca” idam hükmü de verildi.  Erol Simavi gazeteyi kapattı. Ardında 2 şehit gazeteci 1 ağır yaralı gazeteci bıraktıktan sonra kapatıldı. Gazete Gazetesi, Ekim 1988 yılında Erol Simavi tarafından kurulmuştur. Gazete 30 Kasım 1989 yılında kapanmıştır.

Gazeteci Özkan Altıntaş vurulan Kâmil ağabeyi gördüğü manzarayı şöyle anlatıyor; “ Solda, Sami kalbinden vurulmuş koltukta yığılmış yatıyor. Sağdaki fotoğrafta, Orhan Can, Kamil Başaran’ı vurulduğu koltuktan kaldırmaya çalışıyordu. . Saldırıdan sonra 3 ay komada kalmış ve basın şehidi olmuştu.

Görseldeki Fotoğraf benimde bazılarıyla tanıştığım “Gazete Gazetesi” çalışanlarının toplanıp İstanbul Moda semtinde bir restoran son kez bir arada yemek yedikleri gece. Sonra hepsi ayrı ayrı yerlere savruldular… Kasım 1989 yılında Mustafa Özdabak çekmiş.

Kamil Ağabeyim rahmetli olduktan sonra ismi İstanbul Maltepe Süreyya plajında arkasında bir sokağa verildi. Bu sokak Hürriyet çalışanlarının kurduğu Hürriyet sitesinin içinde olduğundan çok anlamlı oldu. İstanbul’a her gittiğimde Zincirlikuyu'daki kabri başında Yasin-i şerif okumak artık bir vazifemdi.

Yurtdışında yaşayan Duayen gazeteci İlhan Karaçay’ın analiziyle noktayı koyalım: Araştırmacı kimlikleri, korkusuz kalemleri ve haykırdıkları gerçekler nedeniyle suikasta kurban giden başarılı gazeteciler arasında pek çok dostum vardı. Öldürülüş nedenlerini, ‘düşüncesizlik’ olarak niteleyenler haklı mı? Kimine göre ‘Evet’ kimine göre de ‘Hayır’ olan bu sorunun bendeki cevabı:‘Ben hep düşündüm ve içinde yaşadığım mafya grupları ile aşırı ve fanatik siyasi ve dini gruplara kurban olmayacak kadar tedbirli davrandım.’

Çok yakın arkadaşım olan Kâmil Başaran, 7 Kasım 1989’da öldürülmeden önce yaptığımız görüşmede, ‘Dikkatli ol’ tavsiyeme, “Ben dikkatli olursam gazeteciliği kim yapacak” demişti.

.