‘’Koşun ula koşun Cüno gelmiş’’ Aynalı minare meydanından tüm çocuklar Guri keçel Alo, Çütkafa Cevdo, Kuşbaz Garbis koşarak Meryem Ana kilisesine gidiyorlardı. Ben halka tatlı almak için tatlıcı Faysal’ı arıyordum. Çocukların koşmasına bir anlam veremedim. Bende koşmaya başladım. Cemil Paşa konağı önünde bir an durup düşündüm. Ben ‘’Yilo’cu idim, neden? Koşuyordum. Bu yüzden gidip gitmemek arasında bocaladım. 1970 li yıllarda çocuklar kendi aralarında ikiye ayrılmışlardı. Yılmaz Güney hayranı olanlar ‘Yılo’’cu, Cüneyt Arkın’ı sevenler ‘Cüno’cu idi. Birazda ailelerinde etkisi olan bir ayrışma idi. Yılmaz Güney’in Babasının aslen Siverekli olması ve filmlerinin çoğunun kan davası, ağa zulmü gibi konuları işlemesi nedeniyle daha fazla taraftarı vardı. Cüneyt Arkın ise önce aşk filmleriyle başlayıp tarihi filmlere yönelmişti.

                   Lale Bey Mahallesindeki Süryani Kadim Meryem ana kilisesinin önü çok kalabalıktı herkes ‘’Adsız Cengâver’’adlı fantastik filmin çekimlerini izlemek için heyecanla bekleşiyordu. Üstte bana küçük cengâver diyen, görüntü yönetmeni İlhan Arakon ve filmin afişi. Cüneyt Arkın kilisenin Geç Roma dönemine tarihlenen kilise kapısından içeri girdiğinde herkes onu alkışlıyordu. Benim kalabalıktan içeri girmem zordu. Daha önce avluda maç yaptığım Süryani çocukları ve genç papaz adaylarından birisini görünce elimi salladım; ’’Abe ne olur Cüno’yu göreyim” dedim ’Daha önceki arkadaşlıklarımdan dolayı. Çütkafa Cevdo’nun şaşkın bakışları arasında Kilisenin avlusuna girdim. 

                Mardin Süryani metropolitliğinden alınan özel bir izinle tarihi bir filmin çekimleri yapılacaktı. Önceleri Şemsilerin güneşe tapındığı bir ibadet mekanı, milattan sonra 280 yılında kiliseye çevrilmişti. Benim çoğu zaman Keşe Ebune Aziz’den bizzat dinlediğim tarihi yapıda 14 yazıt bulunduğunu biliyordum. Mor Yakup kutsal alanı Çarşıya Şevuti’den gelen terzilerin taşıdığı dikiş makineleriyle doluydu. İstanbul’dan gelen bir dekorasyon ustasının gözetiminde durmadan eski çağlara ait rengârenk bayraklar, perde süslemeleri dikiliyordu. Dört avlu, derslikleri, birkaç ailenin barındığı tarihi yapıyı ben karış karış biliyordum. Filmde figüran olanların bir kısmı kilisenin Ortodoks Süryani gençlerinden ve mahallenin sakinlerinden seçildi. Yönetmen Halit Refiğ figüranlara ne zaman, nasıl gireceklerini, repliklerini söylüyordu.

                 Benim için bayram günüydü çok eğleniyordum. Bir ara Cüneyt Arkın bana ağır kılıcını bana verdi. Kaldırmak istesem de halter sporu açısından geride kaldığımı, başarmak için Süryani Sagdo’nun fırınındaki bütün ekmekleri yemem gerektiğini öğrendim. Aradan yıllar geçse de ben bu filmin gizemini çözemedim. Adsız Cengâverin yani Cüno’nun surların dışından Urfa kapı’ya girdiğini, iki saniye sonra nasıl İçkale’den çıktığını anlamayacaktım! Bir de Yenikapı’dan atıyla çıkıp 5 saniye sonra Meryem Ana kilisesinin Ana Sokak ile uçak sokağının kesiştiği yerde atıyla hızla Görünmesi inanılmazdı. Meryem ana kilisesinin damıyla diğer binaya tutturulan bir demire tutunup Meryem ana kilisesinin damına atladı. Bu hareketi dublör kullanmadan yaptı. Ama önlem olarak yere evlerden ne kadar döşek varsa serilmişti.  Oradan ne hikmetse kilisenin avlusuna atladığında bir anda orası Hasanpaşa hanı olmuştu. Mahallede ‘’Cüneyt Amice ermiştir. İstediği zaman istediği yerde alan mübarek Hızır Aleyhisselam gibiydi” diyecekti.  Ben Hasanpaşa hanındaki kavga sahnelerinde yapılan çekimlerde bir sepet dolusu yumurtanın kazayla hepsinin telef olmasına ise tepki gösterdim. “O kadar fakir var, bunlar yumurtaları eziler, onlara verseniz kiyamet mi kopar’’ sözüme yumurtacı rolündeki Semih Sezerli ve Erman Film’in set işçileri gülmekten katılmıştı.

                   Nubar Terziyan çekim aralarında sette arkadaşı olan ’Zalim kral’’ Altan Günbay’a babasının doğduğu topraklarda film çevirmekten memnun olduğunu söylüyordu. Dicle nehri kıyısında Cüneyt Arkın bebekliğini canlandırmak için yapılan minik salda bir bebeği görününce seviniyor. Onu evlatlık alıyordu. Bozulmamış Dicle nehiri kıyılarını, Henüz binalarla dolu olmayan Dicle Üniversitesi daha doğrusu kıtılbıl köyüne henüz el değmemişti, Benusen mahallesinde hiç gecekondu yoktu. İç Kale’yi girişi ise ortaçağ’a ait bayraklarla donanmıştı. Cüneyt Arkın ve Nebahat Çehre halkın meraklı bakışları arasında Dicle Nehri, gecekondulaşmanın olmadığı Benusen, Hevsel Bahçeleri, İç Kale, Hasan Paşa Hanı, kısmen Ulu Camii çevresinde çekildi. Ben artık film ekibi nereye giderse oraya gidiyor. Mardin kebap evinden söylenen Kebaplarına ortak oluyordum. Merkez lahmacuna gidip ‘’film ekibi 130 lahmacun isti’’ cümlesini şaka olarak anlasalar da yapılan lahmacundan aslan payı olarak, 5 tane kendine ayırıyordum. Set görevlileri kısa  zamanda bana Sarıpişo demeye başladılar. Sur içinin bütün sokaklarını biliyordum, sahiplerini de tanıdığımdan çekim izni için görüntü yönetmeni İlhan Arakon sürekli peşimden koşturuyordu.   

             Ben ve arkadaşım Remo dört ayaklı minarenin karşısında yarı fiyatına kırık leblebileri külahta aldık, Eski adı Bağdat caddesi olan Gazi caddesinden Dağkapı’ya doğru yürümeye başladık. Dilan sineması girişinde her zamanki klasik soruyu sorduk;  “Demirbaş Amice iki kişi bi bilete oli?” Babamın arkadaşı Demirbaşın cevabı her zamanki gibi aynıydı. “Sarıpişo sen zeten babam gönderdi deyisen, balıklama atlısan, senin bilet aldığın gün kapida deve kesecagam. De hade girin.” Sinemanın antre bölümünde siyah beyaz Ayhan Işık, Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Vahi Öz ve Nubar Terziyan’ın  büyük boy  portrelerinin altındaki büfeden Ünal gazozu alınca koltuklara kurulduk. Ortadoğu’nun en büyüğü Dilan sinemasının 18 metrelik perdesi açılınca 20 localı, 3 katlı 1500 kişilik sinemada çıt çıkmıyordu.

               Türk İran yapımı filmin son kısımları İran’da çekilmişti. 1970 yılında sinemaya gidenler M.Ö. 200 de İsmi Amidi olan Asur hükümdarı Adad-Nirari’ye ait bir kılıç kabzasında şehrin adının ‘’Amid’’ olarak geçse de. Roma kaynaklarında’’Emit veya Amide’’ olarak biliniyordu. Sinema filminde şehrin adının hiç geçmemesi, “Diyarbakır” dururken masalımsı anlatımla şehrin adının“Buhara” olarak değiştirildiğini Diyarbakır’ılar şaşkınlıkla izlediler. Filmin sonunda en azından sinema jeneriğinde oyuncular sıralanırken, eserin önemli bir bölümünün Diyarbakır’da çekildiğini belirtilmemişti. Masalımsı film memleketimiz de çekilirken adı Buhara olup, buharlaşmıştı. Zalim bir sultana baş kaldıran oğlunun bilmeden babasının zulmüne karşı çıkması ve sonunda zalimin ateş dolu kuyuda son bulmuştu.  Aşk ve entrika dolu sahnelerle dolu olan filmin Diyarbekir tarihiyle en ufak bir ilgisi yoktu. Zehirli şaraplar, Kötü kalpli bir kraliçe tarafından gece seanslarında! İşi! biten prenslerin donmuş heykellere dönüşmesi, korsan hazineleri olan karmaşık bir filmin çekimini izleyenler hayal kırıklığı yaşamışlardı. 1990 yıllarıydı arkadaşım şair Muharrem güler ile Gazi köşkünde meyan şerbeti yudumlarken olan sohbetimizde filmin eleştirisini yaptı;  “Diyarbakır gerçeklerinden uzaklaşıp, bir masal anlatmışlar, yetmezmiş gibi şehrimizin adını Buhara koymuşlar. Bu gidişle önümüzdeki yıllar da sinemacılar, politikacılar, bazı kendini bilmez yazarlar daha çok masal anlatacaklar, Daha da kötü olan bu masallara inanacak cahil eğitimsiz ve itiraz etmeyecek bir kitlenin olması!...”

Görseller : Sinamatek ve Hürriyet TVde7Gün dergileri.