Türkiye son yıllarda en çok çevre felaketlerinin yaşandığı bir dönemle karşı karşıya.
Ve ne yazık ki ölümlerle sonuçlanan bu katliam gibi felaketler bir süre sonra unutulup gidiyor. Yine herşeye kaldığı yerden devam ediliyorRomanya'da 2010 yılında altın madeninde meydana gelen felaketten sonra Avrupa Birliği karar alarak, siyanürle altını yasakladı.
Nükleer santral kadar etkkisi olan siyanürlü altın üretimini hiç bir Avrupa üklesinde yapamazsın; kesinlikle yasak. Çünkü Avrupa, tercihini insanından yana yaptı. ''Benim insanımın hayatı daha öneml'' diyerek, yasaklama getirdi.
Türkiye'de katliamlara dönüşen çevresel tehlikeler maalesef göz ardı ediliyor.
Son olarak Erzincan İliç'te Fırat Nehri'nin kıyısındaki altın madeninde felaket yaşandı. 9 insanımızın kayıp olduğu ve bunun artabileceği söyleniyor.
Yaşanan bu felaketin dışında, bu bölgenin deprem riskiyle karşı karşıya olduğu ve daha büyük felaketlerin yaşanabileceği anlatılıyor.
Deprem uzmanlarınca, daha büyük felaketin kapıda olduğu aylardır anlatılıyor. Yapılan açıklamalara göre altın madeni Bingöl Yedisu fay hattı üzerinde bulunuyor.
Felaketin yaşandığı maden sahasında 66 milyon ton siyanürlü, sülfürik asitli, yani çok zehirli atık var ve bu atığın Fırat Nehri'ne sızması ihtimali üzerinde duruluyor.
Sızıntının şu an olmadığı açıklandı, Peki ya her an olacağı açıklanan deprem ne olacak. Çünkü asıl felaketin depremle yaşanacağı açıklamaları var. Deprem olması halinde o milyonlarca tonluk atık, siyanürlü havuz ne varsa hepsi fırata karışacak. Bu da korkunç bir felaket demek.
Fırat Nehri sırası ile; Erzincan, Sivas, Tunceli, Elazığ, Malatya, Diyarbakır, Adıyaman, Gaziantep, Şanlıurfa il sınırını belirledikten sonra Suriye, daha sonra Irak topraklarına girer. Irak'ta denize uzak olmayan bir noktada Dicle Nehri ile birleşerek Şatt'ül Arap'ı oluşturur ve Basra Körfezi'ne dökülür.
O zehirlerin Fırat Nehri'ne karışmasıyla milyonlarca insan tehlikeyle karşı karşıya kalacak. Umarız böyle bir şey yaşanmaz. Ancak, depremin de kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak gerekir.
Uzmanlar bir şeye daha dikkat çekiyor. Türkiye'de 15 yıl içinde 386 bin maden ruhsatı verildiğini ve bu kadar ruhsat verilmesinin doğru olmadığı görüşünde. Cumhuriyet tarihindenden bugüne kadar verilen ençok ruhsat sanırım.
Bu arada, uzmanlar, altın madeni nedeniyle bölgede kanser vakalarının da ciddi oranlarda arttığını açıklıyor. Elde resmi bir kayıt yok, Ancak, Sağlık Bakanlığı'nın yapacağı açıklamayla bunun doğru olup olmadığı anlaşılacaktır.
Hiç bir şey insan hayatı kadar önemli değil.
Kendi vatandaşlarının yaşam hakkını savunan, tüm dünyaya demokrasiden, insan haklarından yana olduğunu göstermeye çalışan Kanada ve Amerika, başka bir ülkenin insanının, en temel hakkı olan yaşam hakkını para için hiçe sayabiliyor.
Türkiye'nin bu altın madenlerinden öyle ciddi anlamda altın aldığı yok. Asıl payı şirketler alıyor.
Uzmanların açıkladığına göre, Kanada ve Amerika şirketleri, ne kadar ürettiklerini beyan yöntemiyle belirtiyormuş. Yani Türkiye'nin orada hiç bir kontrolü olmadığı ileri sürülüyor.
Şirket, 1 ton üretmişse, ''100 kilo ürettim'' deyebiliyor ve anlaşma gereği bunun da sadece yüzde 8'ini Türkiye'ye veriyormuş. Bu felaketlere bu krililiğe değer mi? Türkiye'nin buradan alacağı 100-200 kilo altına ihtiyacı olmasa gerek.
Felaket sonrası kamuoyu şu soruların cevabını bekliyor. Maden şirketlerinin bir risk yönetimi va mı? Yaşanabilecek bu ve benzeri felaketlere karşı ne gibi önlemler alıyor. Bu konuda bir plan, programları var mıdır?
Bu felaketin geleceği, verilen ÇED raporlarına karşılık davalar açan tek başına mücadele eden Metalürji Mühendisi Cemalettin Küçük tartafından yıllardır söylenmesine rağmen, maalesef olaya fazla ilgi gösterilmemiş.
Bu tehlike önlenebilir mi, önlenemez mi? Nasıl bir önlemle sorun çözülecek, henüz bilinmiyor. Kamuoyu bu konuda da yapılacakları merakla bekliyor.
Kısaca, Türkiye bir an önce ucuz ölümler ülkesi olmaktan çıkmalıdır. Çevresel sorunlara karşı ciddi bir şekilde harekete geçilmelidir. Aksi takdirde, gelecek nesiller büyük bir çevresel felaketle karşı karşıya kalabilir.