Sizlere bugün 1968 yılındaYanık çarşı yani Çarşiyaşeviti olarak bildigimziz bir anıyı anlatmak istiyorum. Babam Hayrettin’in terzi dükkânında Ortağı Terzi Bedrosarasında hiç yoktan yaşanan bir tartışmayı anlatacağım.

Etnik kökene vurgu yapmamak için herkesin birbirine kirve, bremin (kardeşim) dediği siyah beyaz yıllardı. Ortalı grileşirse araya hatırı sayılan Süryani Terzi Şükrü gibi esnaflar araya girer, küskünlük yaşanmasına izin verilmezdi.

Sabah’ın kuşluk vaktinde güneş henüz kavurucu sıcağına ulaşmadan, Diyarbekir’de Çeltik Kilisesi meydanı yeni bir güne uyanıyordu. Sokak lambaları tek tek sönüyordu. İrma’nın evinin önündekilerde söndü, yerini hızla Mezopotamya güneşinin ışıkları aldı. Kapılar aralıklarla açılıyor, işe gidenlerin hızlı adımlarıyla hareketleniyor daracık sokaklar, tanıdıklar selamlaşıyordu.

İrma üzerine ekmek doğradığı dünden kalan Meftuneyemeğini bir yanı karamış. Eski bir çinko tabakta kapının önüne koydu. Yıkanmaktan siyah rengi maviye dönmüş Bazalt taşların üzerinde Kediler kararsızca koştururken sabahın ilk kısmetini bulmuşlardı. İrma ilk selamını Cemil Paşa Konağı’nın arkasındaki Binici sokaktaki komşusu Deli Çetonun Annesi Fevziye Hanım’a Kürtçe verdi. “Roj baş Hüşxamın (günaydın bacım)  Fevziye hanım yarı Arapça yarı Kürtçe cevap verdi. “ Sebeh Her Hüşxamın” (Sabahın hayırlar olsun bacım) Hanbeli sokakta Botilar Fatma hanım kapısının önünü süpürüyordu. Elinde filesiyle Ayşefçiler pazarına giden İrmaya seslendi. ‘’İrma gel bir sabah çayı içelim’’ İrma “sagol komşu ahşam, Hacı Teyfiklermisafirliğe gelecek gidip masraf yapayım.”

1968 yazı İrma için sıradan bir gündü. Sönmüş bir volkan olan bulutlara değen zirvelerine kadar yemyeşil olan Kerejdağ’ın eteklerinden çıkarılan bazalt taşların muhteşem bir mimariyle buluştuğu evine dolu filesiyle döndü. İrma’nın evi Sokaktan baktığınızda çok mütevazı görünse de kapısını çalıp avluya girdiğinizde çok farklı ve zengin bir mimariyle tanışıp, yüzyıllar öncesinde yaşıyormuş gibi bir hisse kapılırdınız. Mahremiyet duygularından olacak tüm pencereler yerel dille havuş’a(avlu) açılıyordu. Tüm eski Diyarbakır evleri gibi evin on bir kocaman penceresi avluya on ikinci ve sadece bir yüzün görünebileceği ufak penceresi gelen gideni görmek amacıyla sokağa bakıyordu. Kendi içinde bir kuyusu olan ortada fıskiyeli tertemiz havuzu bulunan eyvanı (iç avlu) beş odanın olduğu evin Havuşun girişinden sekiz basamaklı merdivenle çıkılıyordu.  Siyah ferforje demirleri bulunan merdivenlerin her basamağında rengârenk saksılarda Vita yağının tenekelerine diktiği birbirinden güzel çiçekleri reyhan, menekşe, frezya’ların çiçeklerin mis gibi koktuğu mor çiçekli sarmaşıkların duvarları süslediği muhteşem bir evdi. Avluda iki yastığı kanaviçe oyalarıyla giydirilmiş bordo kadife kırlentlerimden oluşan karşılıklı iki divan vardı. Arkasında Hazreti İsa’nın tasvir edildiği bir duvar halısı, bazalt taşlarla süsleyen içinde irili ufaklı mor çiçekleriyle sarmaşıklar size bulunduğunuz mekânda 19 yüzyılda yaşadığınızı hissettiren bir film karesi gibiydi.

Kapının kadın eline benzeyen şakşakosu (kapı tokmağı) çalındı. Gelen Sarı pişoydu Saçlarının sarı olmasından, Diyarbekir de kediye Pişo denildiğinden Sarıpişo lakabını dokuz yaşında almış, üzerine kırni (kene) gibi yapışmış lakabını istemese de, kısa pantolonumu giymiş sırıtıyordu. “İrma Teyze tükene yemek aparacagam (dükkâna) yemek götüreceğim sefertasını verisen.” Bir gün İrma, bir gün Sarıpişonun Annesi yemek yapardı. Ortak oldukları dükkâna yemekleri götürmek Sarıpişo’nun göreviydi. Bir elinde elmalı şekeri, bir elinde üç katlı sefertası eski buğday pazarında dükkâna götürdü.

Sarıpişo Diyarbakır’ın bazalt taşlı dar sokaklarından hızla geçip Melik Ahmet’teki, fırından sıcacık pide ekmeği alıp dükkâna vardığında bütün esnaf dükkânın önünde yığılmıştı. Kavga eden babasıyla Bedros’u görünce şaşırdı. Birbirlerinin boğazını sıkmaya çalışıyorlar, esnaf arkadaşları ise onları ayırmaya çalışıyorlardı. Kavganın sebebi bir köylüden alınan şalvar siparişinin yetişmemesiydi. O gün dükkân açma sırası Terzi Bedros’un olmasına rağmen. Akşamdan arkadaşlarıyla sohbete dalıp biraz da Süryani Bayro’nun evde yaptığı öküzgözü cinsi üzmlerinden yapılmış testi şarabının ölçüsünü kaçırınca sipariş yetişmemişti. Kabi köyünden sürekli müşterileri Halo Seyfo bir hayli kızıp; “Ula siz ne biçim terzisiniz damda güneş kıçızavuri, siz hala yatısiz,  sizin dikeceğiz şalvardan bana hayır gelmez”  Terzi Hayrettin müşteriyi kaybetmiş olmanın hıncıyla bağırmaya başlamıştı. “Gün öğle olmuş manerdesenhabeş” Tartışmanın sonunda artık şalvar ölmüş ortaklık bitmişti. Terzi Hayrettin Eşyaları ayırıp iki sokak ötedeki İspayi (Sipahi) pazarına taşınmıştı. Biraz kumaş, bir biçki masasını almış dikiş makinesini Bedros’a bırakmıştı. O yıllarda radyo reklamlarında “Her genç kızın rüyası” Anonsuyla tanınan döküm ayaklı modelli Zetina dikiş makinesini almıştı.

Terzi Hayrettin Balıkçılarbaşı’nda esnaf ZavenUzatmacıyan’dan taksite girdi. Mahcup bir ifadeyle bir yandan etnik kimliği vurgulamamak adına ona kirve dedi. “Zaven Kirve, birkaç ayda inşallah hesabı kapatıram.” Deyince, Zaven bir taraftan elindeki masuranın tamirini yaparken “Canın sıkma elen geçtikce öde” diye karşılık verdi.  Terzi Hayrettin’in  “istisen senet yapag ölümlü kalımli Dünya” teklifine “Hreddin (Hayrettin) Usta senin sözün senettir, sahan bi şey olsa biz parayı ne yapah, heyirli olsun” diye gülümsedi. Kömürlü ütü ise alacak parası kalmadığı için komşuda ütüsünü yapıyordu.

Sarıpişo’nun Dokuz yaşındaki gözlerinde Ermeni Terzi Bedros hayattaki tek düşmanıydı. Tek amacı vardı. Büyüyecek delikanlı olduğunda Bedros’a babasının atamadığı yumruğu atacak intikamı alacaktı. Bedros’un dükkânının önünden her geçişinde eline yeni aldığı tespihi sallayıp, ona dik dik bakıp kendine göre korku salıyordu. Terzi Bedros her seferinde Sarıpişoya gülümseyerek bakıp;  “Ula dersen eyi çalış. Okuda kumaşı yanlış kesen Baban gibi dabbag ( sakatatçı) olma.” Diye dalgasını geçiyordu.

Diyarbakır’ın cehennem sıcağında bir öğle vaktinde Sarı Pişo annesinin pişirdiği kibekudur ile meftuneyi sefertasında babasına götürüyordu. Sıcaktan dili damağına yapışmış, bir an önce dükkâna gidip kırmızı topraktan yapılmış habeneden (testiden) buz gibi suyu içmek istiyordu. Terzi Bedros’ un dükkânının önünden mecburen geçmesi gerekiyordu. Her gün biraz korku vermek güzel oluyordu. Bedros ipli bir kürsüde oturmuş. Önündeki minik masayı yirmi metrekarelik dükkânın önüne koymuş, erimiş örüklü peynirle, dumanı tüten bir pide ekmeğini, bakır kabın içindeki buzlu suyun içindeki siyah üzümle atıştırıyordu. Sarı Pişo sert bakışlarını ona çevirince hayret korkmadı.  Gülümseyerek bir salkım siyah üzümü ona uzattı. “Al ula tirrek (korkak) kara üzüm habbesi ye.” Üzerine bir kalıp buz konmuş üzüm doğrusu muhteşemdi. Sarı Pişo Bir üzüme bir can düşmanına baktı. Ne kadar canı istese de yemeyecekti. Kaşlarını çatarak çekip gitmek istedi.“İstemiyem” Bedros ısrar etti. “Ye ula bir yerin şişmesin” Sarıpişo kararlıydı. “Sen ye ben senin malını yemiyem” Bedros gülümseyerek “Ula nazlanma kıbrag al ye” Sarı Pişo üzümü yedi hayatında yediği en güzel üzümdü. O sıcakta verdiği serinlik onu mest etti. Terzi Bedros yanındaki kürsüye Sarı Pişoyu oturttu. Üzümü yerken başını okşayarak, o hiç unutmayacağı kelimeleri söyledi. “Benim gözüm, biz Babanla kavga ettih senle etmedıg  ki. Yarın öbür gün barışırız arada sen kötü olursun ha.” Tatlı sert bir ihtarda bulundu. Birkaç hafta sonra araya Süryani Terzi Şükrü Arslanlar ile Terzi Hayrettin’in kapı komşusu Hacı Teyfik, Behrampaşa İmamı Melle Sait araya girdiler. Çocukluklarından beri Alipaşa Mahallesinde arkadaş olan Terzi Hayrettinle, Bedros barıştılar. Dükkânlar tekrar birleşti. Artık iki dikiş makinası olmuş işler daha da hızlanmıştı.

Terzi Hayrettin her Cuma günü bıkmadan hep aynı hanegine (şakasına) devam etti. Bedros’un bakır ibrikle eline döktüğü suyla abdest alırken  “Ula Bedros Cumaya niye gelmisen, bag cehennemde yanarsan ha.”  Bedros da gülerek ,“HreddinAbevallah abdestim yohtur, bir dahaki Cumaya inşallah. Ama bir şartım var. Sende Pazar günü SurpGiragos kilisesine gelhaç çıkar.”  Terzi hayrettin düşündü bah bu fena fikir degil,  iki tarafa da çalışah, çift dikişle işi sağlama alah.”  Bu tatlı atışmaya şahit olan Keldani, Türk, Süryani, Kürt, Zaza, Arap tüm Bugday Pazarı esnafı kahkahalarla gülerken, bir gün kaderin onları dünyanın dört bir tarafına savuracağından habersizdiler.

Görseller: Egitek ve Osmanlı Diyarbakır dönemi İstanbul Beyazıt Kütüphanesi.