Sene 1955 den babamın anlattığı ortağı Bedros’dan bir anı. Terzi Bedros Hristiyan’dı.

Babamla Ulu Caminin önünden geçerken fukaranın biri ona Kürtçe seslenmiş. “Xwedeguneheweefubike, Jıbo Şeyh Abdulkadir ê Geylani tesedıke.”  (Allah günahlarını affetsin. Şeyh Abdulkadir ê Geylani için sadaka.)Bedros fukaraya acır bakar. Hüzün, acıma duyguları içeren yazık oldu anlamına gelen Kürtçe deyimi “Mala mine” der, 1 lira verir. Babamla aralarındaki konuşma; “Bedo sen Hristiyan’san, adam Kadiri mezhebinden Müslüman. Onun duası sahan geçmez! neden para verdin”. Bedros’un cevabi insanlık dersiniteliğindedir. “O benim''Gavur''oldugumi bili, ma o benim şeherimin fakiri.

Benzer bir olay,1978 yılında bizim evde yaşandı, anam TV’deBonanza adlı dizi izliyor. Baba Cartwright rolündeki LorneGreene  Bir kovboyu dövdül. Anam da “Niye vurdun ula Gavurogli Gavur dedi, babam eyıbtırkomşilarımız duyar dedi. Anamın cevabi trajikomikti. “Onlar bizim Gâvurumuzzeten onlara laf söyletmem.” Bu cümle sonrada Suriçinde bir deyim oldi.

Komşumuz, annemin can yoldaşı babamın terzi ortağı Bedros’un eşi İrma teyze 1970 yıllarda diğer Hristiyanlarla göçtüler. Müze sokağının devamındaki Turan gazozlarının komşu Terzi Piyer, Kardeşi Dörtyolda Atlas çıkolatının yanında Burç şarapları tekel bayi Garbisabe daha niceleri bu zorunlu göçün müdavimleriydi.  Kimi Kanada’ya, kimi Amerika’ya ve çoğunlukla Fransa’ya gittiler.

1990 yıllarında Kızı Maria ile haberleşirdik. Ondan sonra irtibatı kaybettik. Hazırladığım anı romana katkı olsun diye annesiyle sohbetlerinden bana oradaki yaşamın özetleyen yazılar ı Çalıştığım ilaç firmasına aralıklarla faks olarak göndermişti. Bende “Diyarbakır kızı İrma” anı romanın sonuna eklemiştim. Sizlere bugün yazımdan kitabımdan tadımlık bir bölüm sunuyorum. Seylan çayınız ve karpuz çekirdeğiniz hazırsa başlayalım.

İrma yaklaşık otuz üç senedir Fransa’daydı. Aralıklarla gelen astım krizi ara sıra yoklasa da, idare ediyordu. Diyarbakır’da evinin damında dolam ve biber kuruturken Hevselbahçasından gelen temiz havayı birileri ansızın çalmıştı. “Ya Kıbrıs’ın yarısı, Ya da Papaz Bıtrıs’ın karısı”diye slogan atıp, yoğurt pazarından Dağkapı meydanına doğru yürüyenler onları dışlamıştı. 1972yılında Kıbrıs Rumlarının Türklere yaptığı etnik zulmündenhabersiz Hristiyanlar ne olduğunu anlamadan evlerini, işyerlerini yok pahasına satarak yedi kat yabancı bir ülkelerde yaşamak zorunda kalmışlardı. Lyon’un nemli havası İrma’nınastımhastalığını daha da hızlandırmış, yıllarca keyifle tüttürdüğü Bahar sigarası sanki intikamını alıyordu. Lyon’un kirli havasından nefes alamıyordu. Son zamanlarda İstanbul’da olan kardeşi Şake’den mektuplar kesilmiş belli ki kendi ailesinin derdine düşmüştü Şake mektubunun sonuna içini dağlayan

Bir maniyi eklemişti

Bu dağlar olmasaydı,

Gül rengim solmasaydı,

Ölüm Allahın emri

Ayrılık olmasaydı.

İrma alışverişe çıktı İki ayrı nehir, buz mavisiyle, Seinnes ve Ren ile üç parçaya bölünmüş olan Lyon’da her tarafında köprüler vardı. Akşam saatlerinde batmakta olan güneşin manzarası kor kırmızısına boyanan Şehrin en güzel ünlü köprüsü PontBonaparte üstünde durdu. Tıpkı gençliğindeBedros’la çay ögünden On gözlü köprüye baktıkları gibiydi. Bir noktaya sabitlenip gelen geçene bakıyordu. Âşıklar banka, oturmuş sahilden biraz uzaktaki nehirden geçen kayıkları gezinti vapurları seyre dalmış, Taşlardan örülü bu yabancı köprüye karşı bir şey hissetmiyordu. Gözünü bir tülbentle kapatsalar ezbere dolaşacağı Diyarbekir’in dar küçeleriniözlüyordu.

Gözleri Diyarbekirin nadide incisi On gözlü köprüyü arıyordu. Adımları içine sinmeyen köprüden yavaşça uzaklaştığında derinlerden gelen Komşusu HançepekliKristin’in lafını hatırladı.“Tanrı esirgediği güzellikleri gözlerinle bulamadığın zaman gerçekleri görmek için kalbinle bakmaya çalış.” Ramazan Bayramlarında Müslüman komşularının davet ettiği geniş aile sofralarını özlüyordu. İhtişamlı Saint Jean katedralinin önünden geçti. İçeriden gelen ilahi seslerini biraz dinledi. Mişel’in şarküterisinin önünde durdu. Fransızların koyu kahverengi Niçoise zeytinleri, Piccolo denilen ince uzun, narin, yeşil İtalyan zeytinleri, Kalamata tipi Yunan zeytinlerine, pembe ve yeşil zeytin karışımı ile turşu gibi görünen çiğ sarımsak içindeki zeytinlere baktı. Kürdanla tek tek tattığı zeytinlerde başka bir tat arıyordu.  Alışık olduğu damak lezzetine uygun Mardin Derik’ten gelen hiçbir yeşil zeytin yoktu. Zeytin almayan İrma’nın aklına Hacı Teyfik’in sözü geldi. ‘’Osmanlı zamanında derlerdi. Kılıç ilk kınına alışır, başka bir kın’a girmezmiş.İrma’ın hayatını ters yüz eden yaşantısında etrafında sevdiği insanlar yok olduğu gibi, sevdiği yiyeceklerin nesli tükenmişti.. Doğduğu topraklara dönüp, geçmişini tekrar yaşamak isteyen insanlarla dolu zalim şehirdi Lyon!

İrma’nın içindeki sızım sızım benliğini kemiren o boşluk yüzünden gönüllü bir sürgündü artık, Lyon onun için bir parça aidiyetsiz bir parça kimliksiz bir şehirdi. Kaçıp sığınabileceği eliyle işlediği dantelli perdeleri gözlerinin uçuşan bazalt taşlı evi artık yoktu. Hiçbir şey olmamış gibi yapabileceği odun sobalarının meftuneyemeği, tane sumaklı dolma kokusuna karışan dar sokaklar yoktu. İrma etrafındakileri seyre koyuldu. Rue de la Charité caddesinde bir sokak sanatçısı “guignol” dedikleri ünlü kuklalarıyla gösteri yapıyordu. Sayısız çeşitte kuklalara çocuklar gençler tüm seyirciler kahkahalarla gülerken. O iç geçirerek gülümsedi, Hayat ona acımasız yüzünü gösterirken, gözlerinin fersizliği ile İrma kendisini neşelendirecek hiçbir şey bulamadı. Adeta içindeki heyecan ve yaşam sevincini kaybetmişti. Akıp giden kalabalığın arasında ağlamak üzereydi ancak utanıyordu. Ağlamaya başlarsa sonsuza dek gözyaşı dökeceğinden korkuyordu. Vücudunu kemiren hasret acısına, duvar gibi durmayı öğrenmesi gerekiyordu. Evlerin içindeki ışıklar, sokak lambaları yavaş yavaş yanarken gökyüzünde ışık veren ne varsa kaybolduğu gibi, garip bir ürpertiyle gençliğinde yüreğindeki kor gibi yanan kıvılcımlar artık sönüyordu. Yıllar öncesinde Kız enstitüsünde ezberlediği şiir aklına geldi, Bir 'memleket istiyordu. ezberebildiği Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizleri aklına geldi. "Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; kuşların, çiçeklerin diyarı olsun." diyordu.

Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim

Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;

Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim

Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;

Olursa bir şikâyet ölümden olsun."

Lyon da geçen boş yıllarına dönüp bakacak vakti yoktu. Bir yolunu bulup Diyarbakır’a dönmesi gerekiyordu. Yarın tekrar doğacak Güneş’in önemi yoktu. Şehrin en yüksek tepesinde 19 yüzyılın sonunda yapılmış, pembe ve sarı bir renge sahip. Lyon’un sembolü olan Basilique Notre Dame de Fourvière kilisesinden çan sesleri geliyordu. Eksik olan bir şey vardı. Ezan seslerine karışan çan sesine alışıktı. Dört ayaklı minaresiz, SurpGiragos çan kulesinin olmadığı bir şehir ona anlamsız geliyordu. Diyarbekir’e veda ederken Onları sevmeyen kişilerde olduğu gibi, bazıları “İrmaBaconerede kardeşliğimiz niye gidisiz” haykıran bazı esnaflar, “siz giderseniz Burada yaşayanlar da hepsi ölmüş olacah, evinden ocağından çıkıp elin memleketine niye gidisiz, elaleme sığınmış birinin hayatı, hayat mıdır” eyi düşünün getmeyin’’ demişlerdi. 

Kırklar dağının en tepesinden kalkıp İrma’ya gelen tepelerin yamaçlarında dikenli güle hasret bülbülden nağmeler dinlemeyi özlemişti, özgür ruhunda kendisine yurt bildiği Şemsiler kayalığında, akşam çayını özlerken bülbülün altın kafesine benzettiği Lyon’u bir türlü kabullenemiyordu. İçindeki içinde yanıp tutuşan, yüreğinde fırtınalar kopartan, zelzelelerin enkazına ağıt yakacak bir feryat ve figan koparan bülbül yoktu. Evinde saksılarda “Kızlarım” dediği adlarını Gulo, AyşoMeyrotaktıgı reyhan, menekşe, frezya’larına su verirken ezandaki “Allah-u Ekber” nidasına karışan çan sesi ona dostlarının yaşadığı Dünyaya gözünü açtığı evini hatırlatıyordu.  Onun için Diyarbekir demek Topal Naman Hoca'nın dört ayaklı minareden gelen makamlı ezan sesi ile Zangoç Uso'nun çan sesi birbirine karışması demekti. Birbirini selamlayanların Esnaf Hacı Teyfik, Ermeni Zaven’e Arapça ehlen ve sehlen selam verip karşılığını başım gözüm üstüne almasıydı. Geceyarısı herhangi evden sızan yanık olan bir ışığın komşusunu ‘’hele bahhestelerimi var niye uyahsız ‘’ diye soran sahiplenen komşularıydı. Diyarbakır demekAşefçilerden gelen keme, pırpar, pung ve kereng’innefis  kokularının. ÇarşiyaŞewitî'deki mangal kömürlerine karışmasıydı. Diyarbakır demek bir Kürdün evinde ölen bir insanın hawar (Kürtçe’de yakarış) 'çığlıklarına bir Türk’ün hiç Kürtçe bilmese de ‘’Malamine’’ diye sarılıp acısına ortak olmasıydı. Ramazanda her iftar öncesi Müslüman komşularına yemek taşıdığı günler hala gözünün önünde hala duruyordu.  Küçe’nin kapısı ardına kadar açıkken geçen herkesi yemeğe çağırırdı. Sarı Pişoyu, Annesi Remziye, Yaşar Hanım, Süryani Sare Hanım ve Zaza Sekine Hanım’ı anımsarken Diyarbekir’le özdeşleşen hayatını burada yaşaması imkânsızdı. Sokaklar tenhalaşıyordu. bu kadar hasrete hangi can dayanabilirdi. Diyarbekir’in kokusunu hatırlamak istedi.  Bir dostunun getirdiği Midyat pestilini tadımlık kalan son parçasını çantasından çıkardı. Mutlu günlerini hatırlamak istercesine biraz koklayıp yedi.. Ağzında Mezopotamya’nın mayhoş tadıyla üzüm pestili,  gözlerinin kenarında Diyarbekir özleminin karıştığı tuzlu gözyaşı vardı.

Rıhtımda çalan müzisyenlerin hareketli caz müziği ortalığı inletirken, İrma’nın hayalleri uçup giden bir martının kanatlarını takıldı. Bir vapur’un peşinden sevinçle kanat çırpan martı kadar yaşama sevinci neden yoktu. Bu kahır dolu dünyada hayat aslında bir rüyaydı hayâl perdesinde canlanmıştı. Belki de Bir anda yarın sabah Diyarbekir deki evinde gözlerini açacaktı. Küçede oynayan Sarı Pişoya seslenecek  “Ben  nergüzlemeyapiyam..Get Anan söyle Şemsilere gidag. Bi ahşam çayı içah, küçük gazocagını alsın. Söle çayı o yapsın.’’ diyecekti. 

1972 yılında unutulmaz savaş aleyhtarı folk sanatçısı JoanBaez ‘’Gracias A la Vida’’ şarkısını söylediği EmpirePool salonlarının önünden geçip Büyük bir alışveriş merkezine girdi. Yüzleri boyanıp kedi veya fare şekiller çizilen bir kısmı palyaço olan aynaya bakınca şen kahkahalar atan çocukları gördü. İrma buruk bir gülümsemeyle hayallerinde Diyarbekir’de yaşadığı hatıralarda çağrışımlar oluştu. 

Unutulmaz saatlerin başladığı geceyi hatırlamıştı. Kış akşamları soba başında oturup mercimek ve nohutla yapılan Süryani usulümarhuta çorbasını karıştırırken ve mangal etrafında oynayan çocuklarına. Soba başında oturur pişen kestaneden, Maria, ve Arşaluys paylarına düşeni almak için sabırsızlıkla beklerlerdi. İrma, Anjel boğazı ağrıdığından ona “Meryemhort” içirirdi

İrmaDıkıdıkına  (tamtamına) çocuklarına bölüştürürdü. Elektrikleri sık sık gittiğinden lüks lambasının ışığında Bedros Mangalda kaynayan ıhlamur çayını yudumlarken.  Bıkıp usanmadan tekrar tekrar anlattığı hikâyeleri çocukları zevkle dinliyordu.  Şimdi Bedros’la yalnızdılar. Anjel, fransadaAcadémiedesBeaux-Arts (Güzel Sanatlar Akademisi)  sanat tarihi “Ecoledulouvre” ve Antropoloji okumuş. Kanadalı olan eşiyle Toronto’da akademisyendi. Kanada da olan Anjel Amerika da yaşayan Arşaluys, Paris de yaşayan Maria Diyarbakır’da kalsalar belki de aynı şehirde yaşayacaklardı. İrma ilerlemiş yaşına rağmen Güzeldi ama artık kendine bakmıyor,  kırmızı rujunu bile sürmüyordu.” Erkenden çıharıya (piknik) gittikleri Gazi köşkünde gün doğarken kilimini serip oturduğu toprağın Pamuk köşk’ten çeşmeden akan suyun bi parçası gibi hissederken, Kırklardagı’nın arkasından yavaş yavaş yükselen güneşi yeni görmüş gibi sevinmek, ilk defa akasya ağacı görmüş gibi tadını çıkartarak dakikalarca bakmayı istiyordu. İrma’nın gözlerinden bir türlü gitmeyen manzaranın birden yabancılaşması onu kahrediyordu. Gözlerinin derinliklerinde memleket hasretini görmek isteyen bir türlü uyuyamayan İrma’nın yalnız gecelerini değil gündüzlerini de çalmışlardı. Peki, kim çalmıştı o geceleri Behrampaşa imamı Mele Said’e karşı muhalefet yapan elinde sopa sallayan Sofu Seydo olabilir miydi? Bilmeceleri çözemiyor. Sonu gelmez bir filmin son sahnelerini hatırlıyordu. İrma kararını verdi. Paris’te yaşayan kızı Maria’yı uzun süredir görmemişti. Ona ulaşıp içindeki tüm dertlerini paylaşmaya karar verdi.

Görseller DHA ajansı, 2012 Sanatçı Nurgül Yeşilçay Sultan dizisini çekerken, arkada on gözli köprüve Fotoğraf sanatçısı Zilan Kaynak’a teşekkür ederim.