Daha önce yayınlanan “Diyarbakır kızı İrma” Romanımdan bir bölüm. Diyarbakır Alipaşa mahallesinin ve Sur içinin 1950-1974 yılları arasında doğanların çoğunun Ebesi olan Altunufağı Ebe Kamile lakaplı ninemin matemini anlatacağım.
Bu yazı dizisini okuyunca 1970 yıllarda Diyarbakır’ın kültürel zenginliğini, değişik etnik kökene ve inanışa sahip insanların nasıl kocaman bir aile olarak nasıl yaşadığını, Mahallenin tek bir ferdinin derdinin çözüm bulunması için çaba gösterildiğini anlatmak istiyorum. Babaannemin cenaze törenini o günlerin belgeseli olsun diye birkaç günlük yazı dizisiyle anlatmak istiyorum.
Müslüman olanların şafi, sünni, hanefi, Alevi, Hanbeli oldukları digerlerin Süryani, Keldani, Ermeni olan insanlar iç içe hepsi bir odanın içinde aynı havayı teneffüs ediyorlardı. Tüm insanlıgın, tüm dinlerin ve tüm geleneklerin kardeş olduğunu bilerek, acılarını, sevinçlerini yemeklerini düğünlerini paylaşan bu şehrin öz çocuklarıydı.
Görselde Melle(Hoca) Sait’in içki içtiği için fırça attığı Babam Terzi Hayrettin Sino’nun lokantasının terasında (Dağkapı Sinan Lokantası) arkadaşları ile eğleniyor.(kravatlı olan)
Bu eşsiz kavmin çocukları, ileriki yıllarda dünyanın dört bir tarafına gideceğini hiç kimse bilmiyordu. Ne yazık ki Diyarbekir'in ayrılmaz bir parçası olan kentin bu kadim sakinlerinin sayısı gittikçe azalacak, Yazar Margosyan’nın deyimiyle tespih taneleri gibi dağılacaklardı. Ebe Kamile son gusül abdestini aldı. Son durulama suyuna Kâbe-i Mükerreme den gelen Zemzem suyu katıldı. Kurulandıktan sonra İslam’a usullere göre bedeni örtülecek şekilde ‘kefen-i sünnet’ ile sarılması farzdı. Mevtanın bedenini örttüğü gibi tüm fanilerin bu dünyadan bez parçasından başka bir şey götüremeyeceğini, doğduğu gibi çıplak ve anadan üryan gideceğini simgeliyordu. Yensiz ve yakasız libas, (gömlek) etrafı dikişsiz üç kat bez kamîs, izâr ve lifâfe, etek sargı ve bürgü yerini tutmak üzere üç bölümden oluşuyordu. Ebe Kamile hatun kişi olduğundan üç kata ilave olarak bir başörtüsü ve bir de göğüs örtüsü eklendi. Toplam beş kat bez sarılınca tekbir dualarıyla oradaki etnik kökenleri farklı kadınların ellerinde tabuta konuldu. Melle Said Perdenin dışından seslendi; ‘’Bacım içerisi müsait mi?’’ Hacı Sabiha hanım; ‘’Buyurun dedi. Artık perdelerin inme vakti gelmişti. Melle Said iple gerilmiş perdeleri eliyle çekti. İtinayla ahşap sandukanın üzerine Ayet-i Kerime örtüsünü yaydı. İçinden okuduğu dualar bitince Sabırsızca cenazeyi omuzlamak isteyen erkeklere döndü. Hemen kaldırmayın diye bağırdı. Dünya gerçeğini yüksek sesle yüzlerine bir tokat gibi çarptı; ‘’Şu mevtaya bakın akıbetinizi (sonunuzu) görün, İşte bir kadın kişi alem-i (Dünya) aleminden, sorgulanacağı ahret kapısı Berzah, (geçit) alemine, Dünya ile Ahret arasında bulunan bir bekleme salonuna gidiyor. Kısacası Erbah’danalem-i Berzah’a göç ediyor, artık onun için hesap verme zamanı gelmiştir. Bu ahşam Münker ve Nekir adında iki melek kabrine gelerek, hesabı soracaglar. Cenabı Allah onun yardımcısı olsun. Ona sualleri doğru söylemeyi nasip etsin’’
Orada bulunanlar bir suç işlemişçesine yere baktılar. Gür bir sesle âmin dediler. İrma Cemil Paşa Konağının arkasındaki Binici sokaktan gittikçe uzaklaşan Ebe Kamile’yi tabutunun arkasından ürkek ve korkak ahir bakışlarda suskun gözlerle baktı. Annesinin emanet ettiği kişi sonsuzluğa gidiyor, İçi kan ağlıyor, Kendini yalnız ve çıplak hissediyordu. İnsanın okurken Umutsuzluğun zirveye ulaştığı, Ölümün ensede hissedildiği Cemal Süreyya’nın üstü kalsın, adlı şiirinde yazdığı gibi. "Her ölüm erken ölümdü.’’
Akkoyunlular zamanında. 1498 yılında Hoca Ahmet adında bir hayırsever tarafından yapılmış olan görkemli taş yapı Ayni Minare Hoca Ahmet Caminin avlusu hınca hınç doluydu. Cemaatin bir kısmı dışarıda kalmıştı. İrme başına siyah bir başörtüsü atmış, daha doğrusu Karalar bağlamıştı alnından boncuk boncuk terler geliyordu. Behram Paşa cami imamı İmamı Melle Sait, Ayni Minare Caminin imamı Hüsen Hoca ya döndü. Kulağına sessizce fısıldadı; ‘’ Ebe Kamile benim yedi çocuğu doğuran ebemdir. Müsaade verirsen ben ceneze namazını ben kıldırayım’’ Hüsen Hoca Said hocaya döndü; ‘’Sessizce senin mevk-i içtiman (topluluktaki yerin) benden yüksektir, Baş tacisan (başımın tacısın) hak senindir.’’ dedi. Melle Sait cenaze namazını kıldırdı. "Hakkınızı helal eder misiniz?" diye sormanın usulden olduğundan üç kez helallik alındı. Caminin iç avlusunda şadırvan tarafında birikmiş kadınların arasında İrma’nın boğazı düğümlenmişti helal olsun derken, tiz soprano sesi boğuk ve çatallı çıktı.
Bir imtihanın bitiş zili anlamına gelen ölüm hakikati, İrma’ya hiç bu kadar yakın olmamıştı. Melle Sait bağırdıkça, İrma hala bu ani vedaya inanmak istemiyor, bütün vücudu titriyordu. Melle Sait konuşmasına mübarek Cuma gününde devam ederken, ertesi günler cumartesi Pazar olduğundan Gazi köşküne pikniğe gidip ızgara yapıp içki içmeyi düşünenlerin planlarını berbat etmeye kararlıydı. ‘’Evet, bir gün bizleri de bulacak olan ölüm, çoğu zaman insanları hazırlıksız yakalıyor’’ Aziz Cuma gününde Bir gün hepimizin yaşayacağı o sonsuz yolculuğu Gazi köşkünde keyifle çayınızı veya başka kerrafileri (içki) zıkkımları yudumlarken bile aklınızdan çıharmayın. Ahiretinizi düşünün.’’
Melle Sait dualarını sessizce okurken, fırça attığında bağırmak huyundan vazgeçmiyordu. Tabutun önünde elini bağlamış bekleyen Merhumenin oğlu Terzi Hayrettin’e gözlerini dikti. Sert sert bakmaya başladı. Yalavuz Cuma namazına gelip vakit namazlarına gelmeyen kaşmerlere (komik,lakayt kişi) deyiyem.Terzi Hayrettin bakışlarını kaçırmak istese de Melle Sait’in hesap soran bakışlarından kurtulamadı. Her hafta ona söylediği cümleyi herkesin içinde tekrar etmesine sinir olmuştu; “Hocam bele günde bari bahan karışma” demek isteyen gözlerini açtı, bakışlarını Melle Sait’e dikti. Melle Sait, Terzi Hayrettin el hareketlerinden ne demek istediğini anladı. Ondan mı korkacaktı İnsafa geleceğine, Terzi Hayrettin’i iyice boyamaya niyetliydi. ‘’Öyle bahan avelavel ( alık alık) bahmayın, yol yahında iken hakka gelin.” Mele Sait Yedi çocuğunu yetiştirmiş hepsini terbiyeli uslu, mum gibi yapmıştı. Çocuklarından birini doktor, İkisini öğretmen olmuş diğerleri okuyordu. Bütün çocukları Kuran Kerim-i hatmetmiş hafızlardı.
Bu mahalleyi de adam!etmeyi kafasına koymuştu. Cemaatin gıkı çıkmayıp pür dikkat onu dinlerken eleştirilerinin dozunu artırdı. İlahiyat lisani ile konuşurken, araya hukuksal kelimeleri serpiştirmekten de zevk alıyordu. ‘’İnsanoğlu, heç şüphesiz bu dünyaya imtihan edilmek üzere gönderilmiştir. Ha bu zamanın ne kadar olduğu heçbi noterde kaydedilmemiştir. Yarına çıhmaya senediniz yohtur. Senediz olsaydi bu edepsizlikler yüzünden sizi zeten icraya verirdim. Tez zamanda öbür tarafa gönderirdim.’’ Terzi Hayrettine hiç bitmeyecekmiş gelen anlar sona ermiş. Türbe yeşili Ayet-i Kerime yazılıTabut Mardinkapı mezarlığına doğru yola koyulmuştu.
Cenaze de yürüyenlerin omzunda giden yaşlı kadın onu takip eden gözü yaşlı kalabalığın çoğunu dünyaya getiren kişiydi. Sekiz köşe kasketli acem şalı giymiş ellerinde Yasin-i Şerif taşıyan şalvarlı Kürtler, uzunlamasına siyah beyaz şeritli şal ve şapikleri ile Botî'ler, başlarında poşileri ile sanatkâr Ermeniler, KeşeEbune Aziz’in arkasında yürüyen Süryaniler vardı. Erkekler ağlamaz sözüne inat, gözlerinden akan yaşı gizlemeye çalışıyorlardı. Herkesin yüzünden bir vazifeyi yerine getirme duygusundan çok sanki öz annelerini uğurluyorlardı.