İşte Suzan Suzi’nin Gerçek Hikayesi 

Diyarbakırlı araştırmacı yazar Şehmus Diken bu hikayeye “Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım” kitabında yer veriyor. Şehmus Diken, 2002 yılında Diyarbakır’da sözlü ve yerel tarihi çalışmalar yaparken, o çalışmalar sonunda Suzan Suzi’nin gerçek hikayesini bilen, o dönemi yaşamış araştırmacı, canlı tarih Dr. Hayati Avşar ile konuşur. Bu konuşmalar ışığında hikâyeyi “Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım”  kitabında topluyor.

Yıl 2015, 97 yaşında yaşamını yitiren Abdülsettar Hayati Avşar, Suzan Suzi’nin Hikayesini Yazar Şehmus Diken kitabında şöyle anlatıyor:

“Nakif, ilkokuldan arkadaşımdı. Komiser Hicabi Efendinin torunu, Hakkı Efendinin de oğlu olur Nakif. Ortaokulu bitirdikten sonra Eskişehir’e gidip okumuş hava pilotu olmuştu. Orada bir kızı sevmiş. Kullandığı pırpır uçağıyla voleybol sahasının ağını havaya kaldırmış. Günün olmadık saatlerinde sevdiği kızın evinin balkonunun yanı başından alçaktan uçuşlar yapmış. Bir sürü şikâyet gidince işinden olmuş. Diyarbakır’a gelip Toprak Mahsulleri Ofisi’nde ambar memuru olarak işe girmişti. Sene 1947. Nakif çok savruk biriydi. Berbere gider, bir lira tıraş parası öder, ikibuçuk lira da bahşiş verirdi. Her gece garda vagonlu restoranda arkadaşları ile içer çok para harcardı. Öldüğünde on küsur milyon lira zimmetine geçirip yediği orta çıktı.

İşte o yıllarda Nisan-Mayıs ayları Dicle Nehrinin çok coştuğu aylardı. 1947 yılı Mayıs ayıydı. O gün mukaddes bir gündü, ya Miraç ya da Kandil günüydü. (Not: Diyanetin 1947 yılı kutsal günler takvimine baktım. 21-22 Mayıs Regaip Kandili ve Üç Ayların başı olarak gözüküyor). 

O gün Kolordu’dan arkadaşları ile birlikte yedi kişi, aralarında yüzbaşının eşi ve baldızı, Suzan’la birlikte Nakif’in ford marka büyük arabasıyla Gazi Köşkü olarak da bilinen Semanoğlu Köşkü’nün yakınına kadar çıkıyorlar. Pamuk Köşkünün sahibi Nihat Bey de o gün bahçe işleriyle uğraşıyor. Sofralarını kuruyor ve ‘amca gel sen de iç’ diyorlar. Nihat Bey; ‘Ben ömrümde rakı içmedim. Bugün de mukaddes bir gündür. Siz de içmeyin’ diyor. 

Nakif ve arkadaşları bir süre orada oturup sonra arabaya binerek Kırklar Dağı’na doğru gidiyorlar. Epeyce yiyip içip eğleniyorlar. Dönüş yolunda Dicle’nin suyu epeyce kabarmış. Nehir neredeyse On Gözlü Köprü'nün gözlerinin üstüne gelip dayanmış. Köprünün Kırklar Dağı’na taraf olan kısmında yol nerdeyse yarıdan itibaren dardır. Nakif o dar dönüşü alamayınca araç sulara gömülüyor. Aracın suya gömülmesi sonucu Nakif ve Suzan’la birlikte araçta olan yedisi de boğuluyorlar.

İşte Suzan Suzi hikâyesi böyle. Nakif’in mezarı, Mardinkapı Mezarlığı’ndadır. Onu mezara indirip defin eden de benim. Ha, Suzan Suzi’ye gelince o olaydan sonra bu şarkı çıktı. Hatta o şarkının bir kıtası daha var ve nedense onu hiç okumazlar, o da;

“Köprünün orta gözü
Sular apardı bizi
Nakif gözün kör olsun
Öldürdün hepimizi…”*
(Kaynak :* Şeyhmus Diken, Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, 1 baskı 2003, 5. Baskı 2018 İstanbul) 
 
Şehmus Diken Anlatıyor

Hazır hikayenin asli olanını yazmışken! Ve kullanışlı olan efsaneye dayalısının daha geçer akçe olduğuna da değinmişken, on yıl kadar önceki bir kitap çalışmasından da söz edip bitireyim.

Kentin tarihini, kültürünü, hikayelerini, folklörünü anlatan kurumsal bir kitap çalışması yürütülüyordu. Bana da baskıdan önceki son halini okuyup düşüncelerimi paylaşmam için yolladılar. Okuduğumda o çalışmada da aynı popüler efsaneye ilgi gösterildiğini fark edince, kurumun başındaki şahsiyete işin aslını yukarıda yazdığım gibi anlatmıştım. “Boşver, hikâyesi güzel. Öyle kalsın” deyivermişti.

İşin doğrusu tabii ki şehir efsaneleri hoştur. Yararlanılmalı, kullanılmalı, değerlendirilmeli. Ama aslı varken ve biliniyorken ve de birinci ağızdan tanıkları konuşturulmuş, yazılı metne dökülmüşken, neden ötelenir. İşte asıl mesele orda… 
Devam edecek