Bugünkü yazımı siz değerli okuyucularımla sohbete ayırmak istedim, tabi ki başara bilirsem. 

Bilgisayarın başına haftalık yazımı yazmaya koyulduğumda, yazdıklarımı silip silip başa dönüyordum. Her tuşa bastığımda kaotik ortamdan biraz uzaklaşmak istercesine.

Her taraf siyasi konuların çirkefliğiyle, yoksulluğun, fukaralığın, açlığın, evsizliğin çarkları etrafında dönüp duruyordum. ''Uzaklaş'' dedim kendime, bu çark öğüte bildiği kadar öğütüyor zaten.

Dediğimi yaptım, kafamda konuları evirip çevirmeye başladığım anda, iç sesim ‘’Dur yahu acele etme. Ruhunu, bedenini rahat bırak, biraz da doğup büyüdüğün kadim toprağınla sohbete dal demez mi?‘’ Haklıydı iç sesim, çok severdim Diyarbekir’i, hem de kendimden çok. Neredeyse bir yıla yaklaştı gidemediğim, kuçelerini, tarihi yerlerini defalarca gezmeme rağmen doyuma ulaşamadığım mekanlarını. Her sokağı birer tarihe tanıklık etmiş mekanlarla dolu diyarımın. 

''Madem bu kadar seviyorsun' dediğinizi duyar gibi oldum. Yanılmıyorum değil mi. Elden ne gelir mesleğini İstanbul’da sürdürmenin ikilemiyle karşı karşıya kaldığında. Ne yapalım buna kader desek olur mu acaba? Sizler benim yerime karar verin. Lütfen benim yüreğimi incitmeden, kendinizi benim yerime koyarak. Sizlere yemin ediyorum bunca yer, ülke gezdim ama bir başkası da yok diyarımın yerini tutacak. Ne bileyim, kuçelerinde gezerken; ‘’Merhaba bremin’’, bir kahvede otururken, senden önce davranan birinin, ‘’Çek bir kaçak çay breme’’ derken ki şivelerine, dosta özverili tavırlarından etkilenmemek mümkün mü, hayır hayır hep öyleler zaten.

Fakirliğini, yoksulluğunu, elinin tersiyle itercesine, tabakasından sana safran sarısı tütününden bir cigara ikram etmeden duran tavrından. İşte benim kadim toprağımın insanı bu. Vallahi de billahi de böyle. Ama gel gör ki kapitalizmin her geçen gün canavarlaşan çarkları o insanları etkilememiş diyemem. Aç bırak biat etsin mantığı burada da kendini hissettirmeye başlamamış değil diyemem.
 
Siyasal ve ekonomik sistem kimleri öğütmüyor ki, aç bırakmıyor ki, işsiz koymuyor ki, lanet olası demek geliyor içimden. Haydi diyeyim o zaman, ‘’Lanet olsun, lanet olsun’’ bunları yazmamaya niyetlenmiştim, ama duramıyorum işte. İlla ki bulaşacağım, siyasetin giderek erdemden uzaklaşmasına, ekonomik refahın sadece bir avuç insana sunulmasından. 

Ey hokkabazlar ''hep bana, hep bana'' demeye devam ederseniz, inanın ki canavarlaşan çarklarınız gün gelir sizlere acımdan çarkları arasına alır lime lime eder. 

Yeter artık çekin elinizi, fakir fukaranın sofrasından. Sizler kusuncaya kadar tıka basa doyurun karnınızı, yarına yemek bırakmamacasına. Çünkü sizin gözleriniz hep doyumsuz, doymak bilmez, şükür etmezsiniz. Çünkü sizin kültürünüzde biat sadece fakir fukaraya atfedilir. 

Neyse ben yine memleketime döneyim. ''Nasılsan diyarım, halın vaktin nasıl? Ahvalin, hoş görüne devam mı, yoksa sen de benim gibi kızmış, isyanda mısın? Yok yok sen erdemli duruşundan, hoşgöründen, cömertliğinden sakın ha taviz verme. Gün gelir hayıflanmayasın'' diye.

Kollarını sineme doğru aç Diyarım Diyar geleceğim yakında, yine senin istediğin mekanları ziyaret edeceğim. Çarşıya Şeviti de esnafla oturup sohbet edeceğim, tüm inançların camilerini, kiliselerini varsa havralarının tozunu yutacağımdan emin olabilirsin. 

Hevsel bahçelerini surlara çıkarak tepeden seyredeceğim. Kafelerinde müzik dinleyip kahvemi yudumlayacağım. Demirciler Çarşısı'ndaki ökçelerden çıkan sesi bir müzik dinletisi kıvamında seyre doyacağım.   

Bence uzatmayalım, çünkü deştikçe içim içime sığmıyor, başka diyarlara savrulacağımdan korkuyorum.

Son cümlemle sizlere veda etmek istiyorum. Kendinize dikkat edin, kötülüklerden uzak, iyiliklere yelken açarcasına. 

Bir Kürt şair der ki, ‘’Birbirinizi sevin ki, sevilesiniz, hürmet göresiniz.’’ …